Hamsi Yolu

IMG_0117R

Sinop – Fotoğraf PeymanÜnalsınGökhan

Karedeniz şaşırtıyor beni durgunluğuyla. Sabahattin Ali’nin hapishanenin soğuk duvarları ardından dinlediği deli dalgaları arıyor gözlerim nafile. Uçsuz bucaksız göl misali uzanıyor önümde. Bir taka sesi bölüyor sessizliği. Batmaya hazırlanan güneşin son ışıkları ile aydınlanıyor. Bir inci tanesi gibi süzülüyor Karadeniz’in koynunda.

IMG_9986R

Sino Cezaevi Sabahattin Ali’nin Koğuşu – Fotoğraf PeymanÜnalsınGökhan

Taze balıklar çırpınıyor takanın tabanına serilmiş ağlarda. Bir zamanlar, Hamsi Yolu’nu yıkayan balık yağlarını ezerek yokuşu tırmanmaya çalışan kamyonetleri hatırlıyorum da, geçen yılların denizleri kısırlaştırdığına içerliyorum.

Taka, Gerze’ye doğru ilerliyor usulca. Gözlerimi kısarak baksam da, balıkçının güneşten kararmış yüzünde, günün getirisinden memnun olup olmadığını anlatan bir ifade yakalayamıyorum. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigaranın dumanını seçiyorum hayal meyal. Gözlerini pruvaya dikmiş, aklı başka yerlerde. Karadeniz’in hiddetine kaptırdığı kardeşlerine özlemi belki gözlerini buğulandıran. Belki de yakın çevresinden tanıdığı, gençlik yıllarını cezaevinin nemli duvarları arasında geçirmiş milletini, ulusunu seven insanlar.

IMG_0038R

Sinop – Fotoğraf PeymanÜnalsınGökhan

Evde kendisini bekleyen karısı ve çocuklarının, bir önceki günden beri kalbini dağlayan eksiklikleri. Böyle alışmışlar aileden; birbirlerine bağlılar, her daim sergilemeseler de. Çocukları kapıda karşılarlar babalarını. Boynuna sarılmazlar. Yüzlerinde utangaç bir gülümseme, boyunları yana devrik, elinden alırlar balık sandıklarını. Karısı çocuklara emirler yağdırır. Gecenin kör karanlığında Karadeniz’in koynuna gönderdiği kocası rahat etsin ister. Denizin, her an onu derinliklerine alacağı korkusunu yenmeye çalışır ilk birkaç saat. Kulaklarının arkasına sıkıştırdığı yemenisinin uçları ile gözlerine biriken yaşları kurular. Çocukları, kocası onu asla ağlarken görmemiştir.

Yemek hazır oluncaya kadar taze demlenmiş çayı dayar kocasının önüne. Bardak bardak içer balıkçı. Yokluğunda tek özlediği çaymış gibi. İnce belli minik bardakta tavşankanı çay davetkâr, yorgunluğunu unutturur. Arkasına yaslanır sedirde. Bağdaş kurar oturur yemek hazır olana kadar. Ağustos böcekleri öter tepeyi saran katırtırnaklarının arasında. Birazdan hava kararacak, hafif bir serinlik saracak Sinop tepelerini. Denizden gelen rüzgâr balıkçıya fısıldayacak; erken ayrıldın bugün. Karımı, çocuklarımı, evimi özledim diyecek balıkçı. Onu anlayıp anlamadıklarını bilemeyecek. Önemli değil zaten, bunu ben biliyorum, yeter diyecek sessizce.

Karısı sofraya çağıracak birazdan. Hamsili pilav yapmış. Ziyafet var bu gece evde. Kocası balıktan her döndüğünde, onun sevdiği yemekleri pişirir. Onu mutlu ederken, denizden dönmesini kutlarlar içten içe. Çocuklar okulu anlatır. Kızı hırslı. Doktor olacağım der durur. Oğlan balıkçı olacak belli. Ama istemez balıkçı ile karısı. Okusun diye dualar ederler. Güneşin yanığı ile yaşlanmış cildi olmasın, kalem tutmaktan nasırlaşmış elleri olsun diye arzularlar.

Yemekten sonra beyaz ampul ışığında aydınlanmış serenderin içinde balıkları ayıklamaya başlarlar. Buzdolabından çıkan üç kasa balık, yığın olur önlerinde. Kurtlanmasın diye hamsileri ayıklamak lazım. Yarına çıkmaz bunlar. Konu komşuyu da mutlu ederler akşam akşam. Köy sakinlerinin evlerinde bir telaş başlar. Kimi acılı türküler çığırır, kimi dalıp gider önünde yığılan balık bağırsaklarına.

IMG_0008R

Sinop Cezaevi – Fotoğraf PeymanÜnalsınGökhan

Balıkçı bilir; karısı babasını düşünür. Cezaevinde geçen haksız yılları. İnsanlar, macun misali çekiştirir düşüncelerini, sonra kendi hoşlarına giden bir noktada iyice şekil verirler ona, sanki senin seçiminmiş gibi. Kendini soğuk, nemli duvarlar arasında bulursun. Gün ışığını görmek için, demir kapıdaki küçücük aralığa dayarsın suratını. Burnun demir parmaklılar arasından geçer, ama çenen takılır. Koridora  vuran güneşi takip edersin. Iskalarsın her seferinde. Gün be gün kemiklerinde hissedersin nemi. Sinsice istila eder bedenini. Dayanıp hayatta kalırsan, içerde geçirdiğin saatleri, dakikaları hatırlatmak için fırsat kollar. Geceleri uykundan eder, kâbus görürsün. Elinden alıverirler o küçük aralığı. Islah odaları daha soğuk, daha karanlık. Düşüncelerinde ısrarlıysan, sonun o zindanlardır. Çıplak ampulü arar gözlerin. Bulamaz.

Hiç bilmedi orada yıllarını geçirenler; çekilen tüm acılar için açan bir geven oldu duvarları arasında. Fışkırdılar özgürlüğe. Pembe, mor asıldılar duvarlara. Gün geldi şiir oldular. Hükümlüler söyledi hüzünle. Gün geldi yanan şehrin ahşap evlerine asıldılar, can vermek istercesine. Akan gözyaşlarının ilacı oldular. Dağlardan kopup gelen kekik kokusuna karıştı ruhları.

IMG_9801

Herkes kendi düşüncesine gark olmuşken bitti hamsiler. Yıkandı çeşmenin altında. Artık serilmeye hazır serenderde. Kurumaya bırakılan çaya yarenlik edecekler.

Balıkçı yorgun. Yatmaya gidiyor odasına. Karısı kıyafetlerini yıkıyor. Pantolonuna yapışan balık pullarını kazıyor tırnaklarıyla. O da yorgun. Ama mutlu. Kocasının eve döndüğü her akşama duacı. Çocuklar çoktan yatmış. Uyku arasında konuşmaları duyuluyor ufak kızın. “Daha yukarı, daha yukarı” diyerek babasıyla uçurtma uçuruyor.

Şen kahkahalar bölüyor hayallerimi… Otuz seneyi deviren dostluğun kahkahaları bunlar. Anlatacak ne çok anı var. Suskunluklara yer yok bu hafta sonu. Konuşacak konu bitmez zaten. Yasaklı kelimeler seçiliyor. Gözlere hüzün pompalayan kelimelere yer yok. Söyleyenin vay haline. Dostluk böyle bir şey; kızdığını da söyleyeceksin, alındığını da. Rakı kadehlerini tokuştururken “ne iyi yaptık da geldik” diyeceksin. “Çok güzel bir tatildi, yine yapalım” diye sözleşeceksin. “Güzel tatil anılarına bir yenisini ekledim sayenizde” diye itirafta bulunacaksın. Bir sonraki rotayı belirlemek için alternatifler sunacaksın. Dostluğa kalkacak kadehler!

Peyman Ünalsın Gökhan

İlk Tanışma -Oğluma-

EMRE KUCUK 02

Güneşli bir Çarşamba sabahı, çok da aceleci olmayan bir bebek, bulunduğu karanlık ve ıslak ortamdan, binbir renkte ve çeşitte insanın yaşadığı acayip bir dünyaya elini uzattı. Onu görenler, minikliği karşısında şaşırdılar. Zirâ ufak tefek annesinin karın çevresini öyle genişletmişti ki, bebeğin irice doğacağına kani olmuştu insanlar. Lâkin annenin bebeğini beslediği kordon, elinden birşey gelmeyecek şekilde dardı. Annenin, bebeği gelişsin diye yediği bütün cevizler, kayısılar,  fındıklar bebeğe ulaşamadan annenin bedeninde mahpus kalıyordu. Bebek yavaşça gelişirken, anne hızla genişliyordu.

Narkozdan uyanan anneye bebeğinin ufacık olduğu müjdesini (!) veren hasta bakıcı, incecik bir damla göz yaşının annenin gözlerinden ensesine kadar indiğini göremeden asansöre bindi. Doğumhane soğuktu. Merakla bebeğini görmeyi bekleyen anne, ince çarşafın altında titriyordu. Biraz sonra bir hemşire geldi ve anneyi odasına çıkardı. Etrafında bir sürü şen şakrak göz vardı. Neşeli sözcükler havada uçuşuyordu.

Anne bebeği ile tanışacağı ânı bekliyordu sabırsızlıkla. Otuzsekiz buçuk haftalık hayatının her saniyesini birlikte geçirdiği, sadece kendine sakladığı minik varlığın neye benzediğini merak ediyordu.

Bebek de onca hafta boyunca kendisine bedeninde yer veren, sıcaklığı ile çevreleyen o kadınla tanışmak için sabırsızlanıyordu. Bebeklere aşina genç hemşire, kendisini kucağına alıp bebek odasından çıktığında arkadan ağlaşan diğer yeni doğanların sesleri geliyordu. Kimi açlıktan, kimi pisliğinden tiksindiği için, kimi anne özleminden, kimi şımarıklıktan avaz avazdı.

En nihayet birbirlerine kavuştuklarında, karanlık ve boş odada spot ışığıyla aydınlatılmış gibi sadece ikisi vardı. Sımsıkı sardı anne yavrusunu. Kalbi heyecanla atıyordu. Bebek gözlerini açtı. Sonunda annesini gördüğüne o da çok sevinmişti. Başını koluna gömdü iyice. Kalbinin sıcak atışlarını duyuyordu. Anne burnunu minik yavrusunun boynuna yaklaştırdı. Bebek kokusunu çekti ta genzinin derinliklerine kadar. Ağzıyla annesinin memesini aradı bebek.  Vücudunda hissettiği bir takım gariplikler vardı. Bunun açlık olduğunu bile bilmiyordu. Herşeyi öğrenecekti yavaş yavaş. Bu sevecen bakışlı kadın öğretecekti ona.

Anne, kucağındaki güzeller güzeli bebeği doyurmak için hemşireden yardım istedi. Onun da öğrenecekleri vardı elbet. Bebek beceriksizce memeyi yakalamaya, anne beceriksizce memesini yavrusunun ağzına vermeye çalışırken aralarında kurulan o kuvvetli bağın ilk ilmeğini atıyorlardı. Odayı saran bebek kokusu daha yıllarca burnunun ucunda asılı kalacaktı annenin. Teninin yumuşaklığı parmaklarında, minik ellerinin ve ayaklarının güzelliği hep gözlerinin önünde olacaktı.

Anne için hayatının en güzel günü, oğluyla tanıştığı gündü.

KG__1590ARTT

Peyman Ünalsın Gökhan