KIRIK AYNA – Merce Rodoreda

Parmaklarına yapışan balık pullarını söküp atmaya çalışırken kendi kendine söz vermişti Teresa; gençliğini, güzelliğini, üzerinden atamadığı bu koku içinde geçirmek, balık bağırsakları ile çürütmek istemiyordu. Zengin bir koca bulacak ve balıkçı tezgahından kurtulacaktı.

Sahip olamadıklarına kavuşma azmini, hırsını taşıyan insanlar mutlak başarıya ulaşabilirler. Ama içlerinde bir yerlerde, kalbinin derinliklerinde, aklının kuşatılamaz dehlizlerinde kişiliklerinin değişmediğini, pusuda yatan asıl benliğinin fırsat yakaladıkça kafasını mağaranın ucundan çıkarttığını görebiliriz. Tıpkı Teresa’nın yaşlı ama zengin kocasından sakladığı geçmişinin üç kuşak boyunca kendisini takip etmesi ve etrafında dönen bir uğursuzluk halkasının kızına, torunlarına kadar genişleyip tüm aileyi kuşatmasını bir EKG’nin ritmik devinimleriyle okuyorsunuz.

Rodoreda’nın altı senede yazdığı bu romanda kimi zaman kalabalık kadrolu bu hikâyenin karakterlerinin isimleri arasında debelendim kimi zaman olay örgüsü içinde boğuldum, bazen aşkın, aldatılmanın ateşini, alınganlığını, kırılganlığını yaşadım. Rodoreda, üç bölüm halinde yazdığı bu romanın üslûbunu oturtabilmek için hiç aceleye getirmemiş. Hatta araya Güvercinler Gittiğinde isimli o nefis romanını sığdırmış.

Bu büyük ailenin yaşadığı evi saran sarmaşık gibi sarmıştı mutsuzluk hayatlarını. Ailedeki kayıplar insanları rüzgârına katıp sürükleyiveriyor. Önüne geçilemeyen bir akışta yitip gidiyorsun. Bir an durup kendini dinlediğinde fark ediyorsun ki ruhun, kırık bir aynanın parçaları üzerinde darmadağın yansıyor.

BURMA GÜNLERİ – George Orwell

Güneş tam tepede asılı duruyor, kasabayı saran yeşil bitki örtüsünün havaya saldığı nemle işbirliğine girerek evin saçağı altına sığınmış beyaz adamı, keten gömleği terden vücuduna yapışmış halde hasır koltuğuna lapa gibi yapıştırıyordu. Tavanda dönen vantilatörün gücü sıcağı da, nemi de dağıtmaya yetmiyordu. Burmalı uşağın getirdiği viski bardağı kirli ellerin izlerini taşıyordu. Midesi bulanarak bardağı dudaklarına yaklaştırdı. Bunca zamandır hastalanmadıysa bağışıklığının yüksekliğindendi. Birazdan kalkacak, duş alacak ve kulübe gitmek üzere temiz gömlek ve pantolon giyecekti. Oradaki insanlara katlanamıyordu artık. Tek konuları acımasızca eleştirdikleri yerli halktı. Kulaklarını tıkayabildiği kadar tıkıyordu ama sesler o kadar yoğundu ki kafasının içinde uğulduyordu. Yerli halkın giremediği kulüplerinde, onlardan uzak, istedikleri gibi atıp tutuyorlardı. Aşağılık cümleleri duymazlıktan gelmek mümkün değildi. Kulübe Burmalı birini almak fikri sadece ona sıcak geliyordu.

Bu boğucu günlerin içinde orkide gibi açan Elizabeth, Flory’yi büyülemişti. Monoton Burma günlerine renk gelmişti. Yüzündeki doğum lekesi olmasa Elizabeth’e yaklaşmak konusunda daha cüretkâr olacaktı. Lekenin, sevdiği kızın karşısında kendisini değersizleştirdiğine inanıyordu. Elizabeth’in gelmesiyle birlikte evinden uzaklaştırmaya çalıştığı Burmalı sevgilisinin intikam çığlıklarını duymamak elde değildi. Flory’den öcünü alacaktı. Terk edilmiş olmak, doğduğu çöplüğe geri dönmek demekti. Bunu Flory’nin yanına koymayacaktı. Yerli halka yaptıklarından dolayı sömürgecilere karşı kin besleyen U po Kyin ile el ele verdi.

Burma Günleri, George Orwell’in 1934 yılında Amerika’da yayımlanan ilk romanı. O yıllarda Burma ve Hindistan’da roman yasaklanıyor, hatta bir şekilde okuyanlar cezalandırılıyor. Burma’daki İngiliz sömürgeciliğini eleştiren roman 1935 yılında İngiltere’de de yayımlanıyor.

1922-1927 yılları arasında Burma’da Kraliyet polis teşkilatında görev yapan Orwell’in kendi izlenimlerinden, hatıralarından yola çıkarak yazdığı Burma Günleri, yazarın basılan ilk romanı. İngiliz sömürgeciliğini ağır bir şekilde eleştirmiş.

Sömürgecilerin birbirini taklit eden gündelik yaşamları, rutinin yazgısından çıkış noktası olarak alkol şişesiyle saplantılı ilişkileri, yerli halkı sürekli yeren davranışları, buna karşılık yerli halk içinde nüfuslu kişilerin de alt kast halkı da kışkırtarak sömürgecilerden hınç almaya yönelik karşı ataklarını, Burma’da bir sömürgeci olarak hayatın İngiltere’den daha ağır olduğu, özgürlüğün kısıtlanmış olduğu anlatılıyor. Hele bir de evlilik çağı gelmiş genç bir adam ya da bir kadın varsa hikâyede, işler daha da zorlaşıyor. Kısıtlı sayıdaki adaylar, kalbini emanet etmek için pek de ümit vadetmeyebiliyor.

Kitap hakkında farklı yorumlar okudum. Kimisi Orwell’i överken, kimisi de en sıkıcı Orwell kitabı demiş. Tabii bir 1984 ya da Hayvan Çiftliği etkisi yaratmıyor okurda. Özellikle de sonu beklentileri boşa çıkarıyor. Ki pek çok olumsuz yorum da zaten kitabın sonuna yapılmış.

Yakamoz Kitap baskısını okudum. Burma dilinde çok fazla kelime vardı ve fakat açıklamaları yoktu. Her seferinde Google amcaya sordum, söyledi. Editöryel çok fazla hata vardı; kelime tekrarları, eksik harfler…

Değişik bir Orwell okuması için, neden olmasın?