DOĞUM LEKESİ GİBİ BİR GÜLÜMSEME – Barış Bıçakçı

Barış Bıçakçı ile, Ankara’yı çok seven sevgili arkadaşım Dilek Türker sayesinde tanıştım. Barış Bıçakçı’nın Ankara’yı tasvirini, kalemini çok seviyordu. Ankara’yı sadece anlatılanlardan ya da okuduklarından bilen biri olarak şehri eksik, tam veya doğal anlatıp anlatmadığını tahlil edemiyorum ama dilindeki duygusallığı seviyorum.

Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Baharda Yine Geliriz, Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, Tarihi Kırıntılar daha önce okuduğum kitaplarından birkaçı. Sadece Tarihi Kırıntılar’ı bitirdikten sonra kitapla ilgili düşüncelerim buğulu kaldı. Belki benim o andaki ruh halimden, kitaba kendimi tam olarak verememiş olmamdandır. Bilemiyorum.

KulturALiterA sayesinde yazarın özlediğim öykülerine kavuştum. KulturALiterA’nın 7.sini düzenlediği Kitap Kulübü etkinliğinde Bıçakçı’nın Doğum Lekesi Gibi Bir Gülümseme isimli öykü kitabını okuyup üzerinde konuştuk. Lafı gelmişken, daha önce katılmayanlar için, etkinlikleri kesinlikle tavsiye ediyorum. Şule Tüzül’ün moderatörlüğünde, Oylum Yılmaz’ın katkılarıyla hazırlanmış etkinlikleri Instagram, Facebook ve Twitter hesaplarından takip edebilirsiniz. 

Kitaptaki on dört öykünün içinde sevdiklerim de oldu, sevmediklerim de. Ama ben daha çok kitabın matematiğini sevdim diyebilirim.

Bıçakçı, doğum ile ölüm arasında, insanın sırtlanmak zorunda kaldığı yaşamsal sorumlulukların, olayların psikolojik olarak yansımalarını anlatıyor. Yüzleşmemiz gereken fırtınaları, yüzümüze oturttuğumuz doğum lekesi gibi bir gülümseme ile kabulleniyoruz. Eminim ki bir bebek annesinin aşerdiği böğürtleni ömrü billah alnında taşımak istemez. Ya da annesinin kimseye belli etmeden, bir bahçeden çaldığı çileğin ahını, ölene dek yanağında ifşa ederek dolaşmak gönlünden geçen en son dilektir. Ama mecburdur onunla yaşamaya. Bazen hiç hoşumuza gitmese de bazı olayları, davranışları, işte tıpkı yüzümüzden koparıp atamayacağımız bir doğum lekesine benzeyen gülümseme ile kabullenmek durumunda kalırız. İstemdışı, iğreti bir gülümseme.

Bir kadının en büyük iç hesaplaşması, genç kızlık yıllarında memeleri ile olandır. Bedeninden taşan, ister bahçeyi süsleyen ortanca büyüklüğünde olsun ister bir ceviz minikliğinde, cinselliğini bağıran memeleri hep başının derdidir. O yıllarda farkında değildir, ilerde bir canlının varoluşu için gerekli en kıymetli besinin o utandığı memelerinden fışkıracağının. İçten Konuşma isimli ilk öykü, kısacıktır, bir sayfa bile değil ama gayet net anlatır o sütün hayatın kaynağı olduğunu.

Bir bebek için hayat o memelerde başlar. Akan, sızan, fışkıran, hatta annenin yaşadıklarıyla aniden yok olan süt, insanın mayasındaki gizli içeriktir. Sihirlidir. Üstün ırkı yaratmak için gerekli her mucizeye sahiptir. Merhem gibidir. Bazen zehirlidir. İçinde toplum dışı bireyi oluşturacak partiküller yüzer. Annesinin, genç kızken utandığı memelerine o minik elini dayayarak büyük bir iştahla emdiği süt, bebeği melek gibi bir insana da dönüştürebilir, bir psikopata da. Sağlık, özgüven, cesaret, dayanıklılık, acizlik, eziklik, korkaklık, inat, hepsi sütün bileşenindedir.

İlk öykü ile Anlaşılmaz Şeyler isimli, bir babanın defin ânının, duyguların, oğlu, oğlunun iki arkadaşı ve ölü yıkayıcı gözünden anlatıldığı son öykü arasındaki her bir öykü, bebekken emilen sütle çocuğa geçen ruhsal çöküntülerin, izdüşümlerinin, hayatının farklı evrelerinde karşılaştığı psikolojik sarsıntıların etkilerini sevdiğim Barış Bıçakçı duygusallığı ile aktararak okuru ele geçiriyor.

Kitaptaki pek çok öykünün kahramanı kadın ve bu da ayrıca Bıçakçı’yı sevmemin en büyük nedenlerinden biri. Çünkü bir kadın gibi hissetmiş ve yazmış. Yazarın adını bilmeden okumuş olsam, bir kadın yazarın kaleminden çıktıklarını düşünebilirdim. İyi bir yazar olmanın mekân, atmosfer ve duygunun başarılı yansıtılmasının yanı sıra, karakter yaratmakta da yattığını ispatlıyor.

Ayrıca karakterler arası ve zamansal geçişleri de, hayranlık uyandıracak şekilde, bir bütünün parçası olma özelliğini yitirmeden gerçekleştirmiş.

Barış Bıçakçı benim için, sosyal medya platformlarını kullanmayan, mahremiyetine saygı duyduğum, şahsına münhasır bir kişilik. Ama sanki bu kitabının satır aralarında okura biraz daha kendini gösteriyor. Annemin Hikâyesi öyküsündeki seramik sanatçısı anne, belki de Bıçakçı’nın annesi Münevver Hanım, ki kitabın kapağında da kendisinin bir eseri ile tanışıyoruz.

Sonsuz İkindi‘de yazma konusunda tıkanıklık yaşayan ve yurt dışındaki bir yazar evine giden kahramanımız yazar, belki de Bıçakçı’nın tam da kendisidir. Ve yine aynı öyküdeki “Bütün maceralar aslında bir kendini arama, bulma hikâyesi” ifadesi de belki okurun dikkatini kendi üzerine çekmek için bir işarettir.

Öyküleri benim gözümde hep, çerçevenin köşesinden yansıyan güneş huzmesi altında, ters ışıkla yıkanan karakterlerin duygusallıklarını izlediğimiz bir sahne olarak canlanıyor. Bunların arasında Bizden Sonra Çakırdikenleri öyküsü, bir Edward Hopper tablosuna bakıyormuşum izlenimi uyandırdı. Fotografik, realist, hatları keskin bir tablo gibi…

Ve çok masalsı bir tablodur annesinin memesinden süt emen bebek. O bebek ki henüz, doğum lekesi gibi bir gülümsemenin ne demek olduğunu bilmez.

 

VEBA GECELERİ – Orhan Pamuk

Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere okuma ve okuduğumu tanıtma süreci epey uzun sürdü.

Temmuz’da başlayıp, Eylül ilk haftalarına kadar elimde aksesuar, aklımda hep bir meşguliyet oldu. Neler gördü bu okuma serüveni; orman yangınları, sel felaketleri, bunaltıcı sıcaklar, kuraklık, babamın zihin bunalıklığı, düşmeleri, büyük halayı kaybımız, kayınvalidemin düşüp başını yarması…

Pandeminin orta yerinde veba korkuları yaşattı. Tanıdığım en sevimli fareler Mickey ve sevgilisi Minnie Mouse ile kediyle oynayan fareye en güzel örnek olan Jerry’dir. Bunların dışında kalan fareler beni korkutur, tiksindirir. Covid-19 tehditleri devam ederken Minger Adası’ndaki veba tellalı fareler de korkularımı ikiye katladı.

Yaz sıcakları tahammül sınırlarımı zorlarken elimde buz gibi kavunlu votkamla sıcak kumlara uzanıp “veba da neymiş, dış mihrakların oyununa gelmeyelim sakın,” demesini beklediğim Vali Sami Paşa düşüncelerimi ters köşeye çarpıp karantina için kollarını sıvamıştı bile. Ben ise kurak bir Meksika kasabasında, nemli rüzgarın savurduğu kuru ot tomarının ayaklarına dolanmasıyla, zaman mefhumunu yitirmiş, daldığı siestadan sıçrayarak uyanan yapış yapış terli bir Meksikalı gibi, suratımı örten geniş kenarlı kocaman şapkamı geriye itip, bir gitarın tellerinde yankılanan Morricone melodisi eşliğinde okuduğum yerden devam ediyorum. Komutan Kâzım yeni Minger Devleti’ni kurmuş, balkondan halkını selamlamaktadır.

Anlatıcı tarihçi Mina Mingerli’nin, Osmanlı’nın 33. Padişahı V.Murat’ın kızı Pakize Sultan’ın Minger Adası’ndan ablasına yazdığı mektuplardan derlenerek yazdığı romandır. Söylerken bile roman içinde roman duruşuyla, gerçek ve kurgunun griftliğini tasdikliyor. Mina Mingerli, Mina Urgan’a âtıfta bulunurken Pakize Sultan tamamen Pamuk imajinasyonu bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.

Minger Adası, Orhan Pamuk’un uzun yıllar üzerinde yaptığı çalışmalarla, Akdeniz’de mitolojik bir ada gibi suyun üzerinde bitiveriyor adeta. Kalesi, meydanı, vilayet binası, sokakları, esnafıyla bir ada doğuruyor. İç içe yaşayan Müslüman, Hristiyan ve Ortodoks halk, adada baş gösteren veba sorunu ile kâh ona inanarak ve korkarak, kâh inanmadan, vurdumduymazlıkla direnmeye çalışır. Salgınla mücadele için saraydan görevli olarak gönderilen Bunkowski Paşa, tarihin gerçek kişisidir. Romanda bir cinayete kurban gider. Onun yerine Doktor Nuri atanır ve eşi Pakize Sultan ile Minger’e yerleşir.

Komutan Kâzım ise karantinaya karşı olan ayaklanmacıları bastıran ve Minger Devleti’ni kuran kahraman olarak çıkar karşımıza. Hayat hep talihsizlikleri sürmez önümüze. Bir yanda salgın, karantina, ölümler, sokakları kuşatan kanlı fareleri okurken diğer yanda aşkın soluksuz bırakan ince duygularını yaşarız. Komutan Kâzım ile karısı Zeynep’in aşkı veba çölnde açan çiçek gibidir okur için.

Gerçekle kurmacanın sınırları şeffaflaştıran birlikteliğini upuzun cümlelerle anlatmış Pamuk. Zaten yerlerde sürünen okuma konsantrasyonum hepten uçtu gitti. Cümlenin başıyla sonu arasında, bilmediğim bir Minger sokağında yittim gittim. Bol bol edilgen cümleler, çokça kullanılan “ve” bağlacı…

Belki ruh halimden kaynaklı ama ben bu kitabı Benim Adım Kırmızı kadar sevmedim.