Oyuklu Kütüphane

IMG_5668_R

Barbaros Köy Kütüphanesi ve Çınaraltı Cafe – Fotoğraf PeymanÜnalsınGökhan

Süleyman Usta elindeki keskiyi tezgâhın üzerine bıraktı. Başındaki kasketi hafifçe geriye itip, alnında biriken ter damlacıklarını kuruladı. Mavi çizgili mendilini yeniden pantolon cebine koydu. Şekil vermeye çalıştığı ahşap rafların oymalarında gezdirdi başparmağını. Talaşlar temizlenince itinalı işçilik çıkıyordu ortaya. Ama dudaklarını kısmasından, işten pek hoşnut kaldığı söylenemezdi. Üzerinde çalışması gerekiyordu daha. Marangozhanenin arka tarafındaki mutfağa geçti. Semaverden bir bardak çay doldurdu. Kapının önündeki ahşap masanın başına oturdu. Gözlerini kapatıp portakal çiçeklerinin havaya karışan rayihalarını çekti içine. Son bir haftadır baharı gerçek anlamıyla hissetmeye başlamışlardı. Bülbüller, dutlar dalları sarıp sarmalamadan en güzel şarkılarını söyleyip bitirmeye çalışıyorlardı. Rengârenk çiçekler öbek öbek açmıştı bahçelerde. Buna bir de okuldan çıkan kış tutsağı çocuk sesleri eklenince köy şenleniyordu. Soğuk günlerin çoğunu marangozhanede Süleyman Usta’nın anlattığı hikâyeleri dinleyerek geçirmişlerdi. Artık şimdi doğayla bütünleşme zamanıydı.

Bankın üzerindeki el işlemeli mavi, beyaz yastıkları karısı yapmıştı. Haftada bir kılıfları çıkarır, yıkar, ütüler, sakız gibi getirirdi marangozhaneye. Birazdan kapıda görünürdü Esma. Her öğlen sefer taslarında yemek taşır, yazın şu anda oturduğu masada, kışın marangoz tezgâhının bir ucuna kurduğu sofrada karşılıklı yerlerdi yemeklerini. Yemekten sonra kahvelerini içerler, Esma mutfakta bulaşıkları yıkar ve boş sefer tasları ile eve, işlerinin başına dönerdi.

Esma’dan önce Memo belirdi sokakta. Okuldan çıkmış, nefes nefese koşuyordu. Siyah önlüğünün üzerinde beyaz yaka iğreti duruyordu. Önlüğünün altından şortunun açıkta bıraktığı yara bere içindeki sıska bacakları görünüyordu.

“Süleyman Amca yemeğimi yiyip geliyorum. Korkuluk malzemelerini de getiriyorum bu sefer.”

“Bekliyorum Memo. Tezgâhta sana yer açayım ben de.”

IMG_5652_R

Memo, Mayıs ayında yapılan Oyuk Festivali’ne ilk kez kendi yaptığı korkuluk ile katılacaktı. Bir ay vardı önlerinde. Epey çalışmaları gerekiyordu. Süleyman Usta tezgâhta yer açtı. Dolapta Esma’nın yaptığı kurabiyeler vardı. Bir tabağa birkaç tane koydu. Süt olup olmadığını kontrol etti. Çalışırken Memo’nun enerjiye ihtiyacı olacaktı.

Esma geldi elinde yemeklerle.

“Hadi hanım hemen yiyelim, Memo gelecek oyuk yapmak için.”

Esma çabucak sofrayı kurdu. Mavi beyaz pötikareli masa örtüsü, beyaz tabaklar, gelirken bahçeden topladığı hanımelleri ve güllerden yaptığı demeti de cam vazoyla masanın ortasına koydu. Hızlıca yediler yemeklerini. Memo’yu bekletmek istemiyordu Süleyman Usta. Esma bulaşıkları akıtırken Memo kapıda bitti.  Eli kolu doluydu.

“Malzemelerin hepsini tamamladım Süleyman Amca.”

“O zaman hemen başlayalım Memo.”

Memo heyecanlıydı. Bir hata yapıp malzemeleri heba etmek istemiyordu. Can kulağıyla Süleyman Usta’yı dinliyor, özenle anlattıklarını uyguluyordu.

“Bugün hikâye yok mu Süleyman Amca?”

“Senin elin işlemeye, kulağın dinlemeye hazırsa hemen başlayabilirim Memo.”

“Hazırım Süleyman Amca. Bugün hangi hikâyede sıra?”

“Yakında okullar tatil olacak. Köy seni sahile kaptıracak. Her kulaç attığında, her sandal gördüğünde hatırlayacağın bir hikâye olsun istedim. Onun için de sana yaşlı adam ile denizin öyküsünü anlatacağım.”

Süleyman Usta çocuğa bir bardak süt ve tabağa hazırladığı kurabiyeleri getirdi. Sonra da yaşlı adamın denize tutkusunu, azmini, yalnızlığını, zaman zaman kendisine can yoldaşlığı yapan çocuğa olan sevgisini anlattı. Denizin ortasında tek başına, zıpkın tutmaktan yaralanan ellerinin acısıyla, sandalı peşinde sürükleyen, ama pes etmeyen adamın kılıç balığıyla mücadelesini birebir yaşadı Memo dinlerken.

Hikâye bittiğinde korkuluk kolaylanmış, akşam karanlığı çökmeye başlamıştı. İstemeyerek de olsa çocuk eşyalarını toplayıp evine gitti. Süleyman Usta, gözden kaybolana kadar Memo’yu izledi bakışları ile. Banka oturdu. Marangozhanenin yanındaki babadan kalma tek katlı binaya dikti gözlerini. Bir zamanlar depo olarak kullanılmıştı. Hâlâ da aynı amaca hizmet ediyordu. Kendi okuduğu kitaplardan aklında kalanları anlattığında çocukların gözlerinde beliren menevişleri fark etmişti. Seviyorlardı dinlemeyi. Arada sırada tezgâhın üstüne, masanın kenarına ince kitaplar bırakıyordu. Mutlaka bir iki tanesi sayfalarını karıştırıyor, ayaküstü bölümler okuyorlardı. İçlerindeki tomurcuğu yeşertmek gerekiyordu. Tıpkı kendi oğullarına yaptıkları gibi. Cüneyt’e de evin önündeki meşe ağacının altında az hikâye anlatmamıştı. Okuduğu kitapları bıraktığı yerde oğlunun parmak izlerine rastlardı sık sık. Bahçeden domates toplayıp getirmesini istediklerinde, bahçe masasına oturmuş kitap okurken bulurlardı Cüneyt’i. Kitap oku diye baskı yapmamışlardı hiçbir zaman. Öykülerin, romanların sihirli dünyasına girmişti bir kere, çıkmak istemezdi artık. Aynı yöntemle köy çocuklarını da o cevherin içine sokabilirdi. Bu depo neden bir kütüphane olmasın diye düşündü. Fikrini Esma ile paylaşmalıydı. Toparlandı ve koşar adım eve gitti.

IMG_5637_RR

Kapıyı açar açmaz kocasının gözlerindeki heyecandan etkilendi Esma. Sofrayı hazırlarken karısına anlattı plânını. Eğer aklına yatmasa kocasına açık açık söylerdi. Ama aynı coşkuyu kendisi de duyumsadı.

Ertesi gün ilk iş, postaneden, İzmir’de yaşayan oğullarını aramak oldu. Onun da desteğine ihtiyaçları vardı. Babasından duyduğu gurur Cüneyt’in sesine yansıyordu. Doğup büyüdüğü ve günün birinde mutlaka yeniden yaşamak için döneceği Barbaros Köyü’ne bir kütüphane kazandıracaklardı. Mayıs ayındaki Oyuk Festivali’ne yetiştirirlerse, kutlamalara gelen yöre halkı da kütüphaneyi görüp, koklama şansına varabilirdi.

Süleyman Usta ve Esma hemen kolları sıvadı; depoyu boşaltıp temizlediler. Duvarlarını, çocukların okurken hayallerine yelken açmasını kolaylaştırmak için açık maviye boyadılar. Pencereler, kapı yağlıboya yapıldı. Alet edevatın konduğu mevcut rafları onarmaya başladı Süleyman Usta. İlk etap için onlar yeterliydi. Ama kitap sayısı arttıkça yeni raflar yapması gerekecekti. Esma ellerindeki kitapları yazar isimlerine göre ayırdı. Hepsini etiketledi. Alfabetik sıraya dizdi. Bir defter oluşturdu. Kitap isimlerini bu deftere işledi. Cüneyt ve karısı da İzmir’den desteklerini esirgemedi; kendi iş yerlerinde duyurdular ve kitap bağışlarını kabul ettiklerini ilân ettiler. Her hafta sonu Barbaros’a getirdiler toplanan kitapları. Hummalı çalışmaya köy halkı seyirci kalmakla yetinmedi. Herkes işin bir ucundan tuttu; kütüphane pencerelerine perde dikenler, önceki yıldan yaptıkları korkulukları süsleme amacı ile kütüphaneye hediye edenler, kitapları Esma’nın hazırladığı düzende raflara dizenler. Hepsi kalben katkıda bulunuyordu. Çünkü Urla yöresinde varlığından haberdar oldukları böyle bir köy kütüphanesi yoktu. Barbaros Köy Kütüphanesi bir ilk olacaktı.

Hazırlıklar sürerken Süleyman Usta çocukları ihmal etmemeye çalışıyordu. Günlük rutinleri, kütüphane hiç plânda yokmuş gibi sürüyordu. Çocuklar yine okul çıkışı marangozhaneye geliyorlar, öyküler dinliyorlar, yorumlar yapıyorlardı. Hepsi gittikten sonra Memo biraz daha kalıyor ve korkuluğunun son eksiklerini tamamlıyordu.

Kütüphane neredeyse hazırdı. Oyuk da.

IMG_5615_R_resize

Oyuk Festivali’nden bir gün önce kütüphane açılışı yapıldı. Esma Hanım ve gelini kurabiyeler, poğaçalar, börekler pişirdi. Evlerde hazırlanan limonatalar sürahilerle kütüphaneye taşındı. Bu sene festival heyecanı katmerliydi. Tüm köy yorulmuştu, ama değmişti. Şimdi hem eğlenceli oyukları, hem de imrenilecek bir kütüphaneleri vardı.

Yazar Notu: Oyuk, tarla korkuluğunun yöresel ifadesidir.

Peyman Ünalsın Gökhan

Uzak Bir Köy

kg__3712r-3_resize

Baambrugge – Fotoğraf KorkutGökhan

Yağmur bulutları yavaşça sahneden çekiliyor. Göğü beyaz bulutlar devraldı. Parça parça asılıp kaldılar sonsuz mavilikte. Katmanları arasından güneş ışınları süzülüyor yeryüzüne. Kafamı kaldırıp bakıyorum gökkuşağını görme umuduyla. Başka gözlere değiyor şu anda mutlaka. Üzülmüyorum. Etrafta yeterince güzellik var. Gül yapraklarının üzerinde parıldayan yağmur damlacıkları, kayrak taşlı sokağı baştan aşağıya dolaşan salyangozlar, saklandıkları kuytulardan çıkan bülbüller ve tabii toprak kokusu. Doğa en nadide, en pahalı parfümünü süründü bugün.

İki kanatlı pencereyi ardına kadar açıyorum. Güneşin sıcaklığı dolduruyor odayı. İçerde oturmak istemiyorum daha fazla. Baambrugge’deki son günü doya doya yaşamak istiyorum. Çocukluğun zihinlerde yer eden tatillerinden dönmek zordur. Belki de zamanda yolculuktayım şu anda.

kg__2477_resize

Baambrugge – Fotoğraf KorkutGökhan

Tatil süresini değil, ama son saatlerinden alacağımız zevki uzatabiliriz diyerek bahçeye çıkıyorum. Elma ağaçlarının altındaki beyaz masayı ve iki yanındaki aynı renkli bankları kuruluyorum. Bir bardak kırmızı şarap alıp masaya oturuyorum. Yaşlı Ormanın Gizemi elimde. Orman cinleri ıhlamur ağacının ardından beni gözlüyorlar, biliyorum.  Nasıl biri olduğumu anlamaya çalışıyorlar. Bu yeşilin beni nasıl mutlu ettiğini, huzurlandırdığını fark ettiler bence. Elma ağaçlarının bir dalına bile zarar vermeyeceğime, güllerin birini bile gövdesinden ayırıp, vazoya koymaya kalkışmayacağıma ikna oldular. Taç yapraklarını ışıldatan su zerrecikleri, çiçeklerinin renklerine bulanmış. Bereketli yağmurların ardından, etrafa yayılan gül kokusu, toprak kokusuyla harmanlanmış. Mükemmel bir esans oluyor doğada. Chanel bile bu esansı henüz keşfedemedi.

Kitaba odaklanmakta zorlanıyorum. Beni çevreleyen ormanın gizemini çözmeye çalışıyorum. Yaban kazları uçuyor tepemde. Peşlerine takılmak istiyorum. Kitabımı ve şarap bardağımı masanın üstünde baş başa bırakıyorum. Tahta çitin yanına ulaşıyorum sekiz, on adımda. Toprağa gömülmüş kilidin dilini yukarı kaldırıyorum. Bahçe kapısını açıyorum. Sokak bomboş. Neredeyse günün her saati çok sakin.

kg__3995-4_resize

Baambrugge – KorkutGökhan

Sessizlik mahmurlaştırıyor beni. Bir sıra müstakil evin arka cephesinde dingin akan nehirden, gösterişli renkleri ile dişisinin peşinden yüzen erkek kazların sesleri geliyor. Yalnızlığı sevmiyor onlar da. Köyün sonuna ulaşan yolun yarısındayken ben de bir başınalığı sindiremiyorum içime. Eve dönüyorum. Kocam, yüzünü yıkayan güneş ışınlarının sıcaklığında şekerleme yapıyor. Yanağını okşuyorum. Sıçrıyor uykusunda.

“Son defa köyün sonuna yürüyelim mi?”

Teklifimi hemen kabul ediyor. Çapaklı gözlerle bakıyor bana. O da hüzünlü. Çıkıyoruz. Bahçe kapısına kadar, yola döşenmiş çakıl taşları ayağımızın altında çatırdıyor. Neredeyse tüm köy evlerinin bahçeleri bu taşlarla kaplı.

kg__2271-3_resize

Baambrugge – Fotoğraf KorkutGökhan

Üçgen çatılı masal evleri büyüleyici. Ortaçağ mimarisiyle bizim evimiz de onlardan biri. Beyaz çerçeveli pencereleri açılacak ve Juliette narin elini sallayıp, Romeo’ya öpücük gönderecek.

Sokağımızdaki küçük evlerden birine hayranlıkla bakarken, yaşlı bir kadın beliriyor pencerede. Yüzünün ifadesinden, evini seyrettiğimiz için bize kızıyor mu, bizden ürküyor mu, anlamıyorum.  Varlığı müphem geliyor bana. Düş gücümüzün ürünü olup olmadığı belirsizliğini onunla konuşarak kırabiliriz. El sallıyorum. Kıpırdamıyor. Omuz silkip arkamızı dönüyoruz. Açılan kapıyla, birbirine değen rüzgâr gülünün, ahşap tınılarını duyuyoruz.

“Merhaba!”

Aynı yaşlı kadın, yüzünde belli belirsiz gülümseme ile eşikte duruyor. Konuşmak istiyor belli ki. Köyde görmeye alışık olmadıkları simâları yadırgayan herkesin sorduğu sorularla başlıyor konuşmamız. Nereli olduğumuzu öğrenince bir mutluluk kaplıyor yüzünü. Baambrugge’ye geldiğimizden bu yana, milliyetimizi duyunca yüzünde gülücükler açan ilk kişi. Tatil de miyiz, yerleşmeye mi geldik, merak ediyor. Kahve ikram etmek üzere içeri davet ediyor. Salondan Strauss valsleri çarpıyor kulağımıza. Kocaman beyaz bir kurt köpeği, parkelerde tırnaklarını çıtırdatarak bize yaklaşıyor. Ürküyorum. O da bunu hissediyor. Bacaklarımı koklarken, nefesimi tutmuş bekliyorum. Yaşlı kadın kendi dilinde bir şeyler söylüyor. Köpeğin başını okşuyor. Sırtını dönüp uzaklaşıyor kurt.

kg__3650_resize

Baambrugge – Fotoğraf KorkutGökhan

Küçük, ama ferah bir ev. Az eşyayla döşenmiş. Salon, bir cepheden ön, diğerinden arka bahçeye açılıyor. Pencereler tavandan yere kadar uzanıyor. Ceviz konsolun üzerinde, renkli gözyaşı şişeleri var. Duvarlarda tablolar asılı. Birkaçı aynı ressamın imzasını taşıyor.  Hayran oldukları ressamın adını okumaya çabalıyorum; Edward Hoper. Mavi berjerin dayandığı duvarda Devrim Erbil imzalı bir tablo görüyorum.

“Türk ressam,” diyorum şaşkınlığımı gizleyemeden.

Yarım yamalak Türkçe ile “Evet, benim koca Türk,” diye cevap veriyor.

Evrende sadece yaşlı kadın ve biz kalmışız gibi, birbirimize kanımız ısınıyor. Hemşeri muamelesini hak etmişçesine kolunu sıvazlıyorum. Bizi terasa alıyor. Bir köşede, iki yandan kulplu bakır mangal duruyor. Çocukluğumu geçirdiğim birinci kattaki evimizin balkonunda vardı bundan bir tane. Babamın kuzguni saçlarından yayılan kömürde pişen etlerin kokusunu hatırlıyorum. Değeri bilinememiş çeşit çeşit eşya geliyor aklıma; mine işli yağ lambaları, masif, aynalı kapaklı büfeler, aslan pençeli berjerler, bakır sahanlar, kristal likör takımları. Naftalinli anıların sayfalarında gizliler artık.

kg__3666ar-2_resize

Baambrugge – KorkutGökhan

Nehre bakan teras, saatlerce oyalanabilecek kadar konforlu. Yaşlı ev sahibesi, elinde bir tepsi ile terasa çıkıyor. “Sormadım, ama bu saatte soğuk birer kadeh şarap iyi gider diye düşündüm.”

“Harika!” diyerek bardaklardan birini alıyorum hemen.

Havada kesif bir tezek kokusu uçuşuyor. İlk geldiğimiz gün rahatsız etmişti. Eve dönünce özleyeceğim kokular arasına gireceğini düşünmezdim hiç.

Saatlerce sohbet ediyoruz. Eşi ile tanışmalarını, aşklarının sınır ötesinde nasıl büyüdüğünü anlatıyor. Ailesi, Ertuğrul Bey’in Türk olduğunu duyunca bu ilişkiye müsamahakâr bakmamış. Çok kasırgalar kopmuş. Ama nihayet sevgi galip gelmiş.

Yaşlı kadının misafirperverliği bizi biraz daha bu köye bağlıyor. Artık Baambrugge’de de bir arkadaşımız var. Türk geleneklerine aşina ya, kapıda durup, biz nehrin üstündeki asma köprünün ötesinde gözden yitene kadar el sallıyor.

Gökyüzünde bulutlar alacalı. Günün son ışıklarını bekleyen köyde sükûnet hâkim. Evlerin ışıkları yanıyor birer birer. İş çıkışı sporu ihmal etmeyenler evlerine dönüyor. Onları karşılayan mutlu çocuk sesleri yükseliyor kapıların ardından.

Güneş, yel değirmenlerinin ardında, ovaların ufukla el ele tutuştuğu noktadan veda etmeye hazırlanıyor. O yatmaya gittiğinde, biz uçakta olacağız.

kg__2446_resize

Baambrugge – Fotoğraf KorkutGökhan

 

————————————————

Nemli bir İstanbul sabahına uyanıyorum. Perdeleri açıyorum. Etrafımızı kuşatan gökdelenlerin arasından derme çatma binalarla sıvanmış bir tepe görünüyor. Zirvesini sis bürümüş. Bugün sıcak olacak.

Baktığım yerde Baambrugge’yi görüyorum.

kg__4012_resize

Baambrugge – Fotoğraf KorkutGökhan

Sabah köyü bir sis sarmış. Ona eşlik eden hafif rüzgarda oradan oraya salınan özgür ağaç dalları beşik olmuş üzerlerine yuva yapan kuşlara. Güneş ışınları delmek için uğraşıyor sisten duvarı. Rengarenk çiçekler ilk ışınlarla güne merhaba diyor. Kokuları keskin. Yapraklarına düşen çiğle daha parlak.

Koyunlar, kuzular çoktan otlamaya başlamışlar bile. İnekler rüzgârda dönen değirmenin eteklerine yayılmış ıslak çimleri tadıyorlar.

kg__4136a_resize

Kazlar havalanıyor nehirden. Bir Karabatak kahvaltılık arayışında pusuya yatmış.

Gün taptaze doğuyor. Camları açıp, içeri davet ediyoruz yeni günü.

Özleyeceğiz bu manzarayı.

 

Peyman Ünalsın Gökhan