OĞLUMA MEKTUPLAR – Lütfiye Pekcan

Nalan, delice sevdiği eşini bir kazada kaybedince başarılı bir ebeveyn ve gazeteci olmak adına kendini büyük bir mücadele içinde bulur. Ama bir gün, yaşam yolculuğunu vaktinden evvel tamamlayacağını öğrenir ve oğluna, en sonuncusunda büyük sırrını da açıkladığı bir dizi mektup yazar. Yakın arkadaşına emanet ettiği mektuplar, her doğum gününde Mert’e teslim edilecektir.

Başarılı gazeteci Lütfiye Pekcan’ın ikinci romanı Oğluma Mektuplar. Roman uzun bir dönemi kapsayan doğrusal zaman anlatımıyla yazılmış. Okurken aceleye gelmiş duygusu yarattı bende. Bir an evvel sonuca varmak isteyen yazar, Mert’in on ikinci yaşından yirmi altıncı yaşına kadar uzanan hikayede adeta fişek hızıyla ilerlemiş. Romanın her bölümünü, bir önceki bölümden tahmin edebilmek hikayeyle ilgili beklentilerimi örseledi. Nalan’ın arkadaşı Mehtap’ın her yıl Mert’e ilettiği mektuplar adeta birer hayat kullanım kılavuzu niteliğinde. Nalan güçlü bir öngörü ve sezgiyle oğlunun her yaşta nelerle karşılaşacağını biliyor ve okur yerine şaşıran Mert oluyor.

Son yıllarda okuduğum, bilindik ve sevilen şarkılarla örülmüş kitaplara bir örnek de Oğluma Mektuplar. Yazarın müziğe düşkünlüğünü sahneler arasına yerleştirdiği atmosfer yaratıcı ve duygu güçlendirici şarkı sözlerini de eklemesinden anlıyoruz.

Yine hikaye içinde yazarın kendi şiirleri olduğunu düşündüğüm birkaç şiir de yer alıyor.

Beni anlatıdan daha çok romanın gerçek hikayeden esinlenerek kaleme alınmış olması etkiledi. Günlük hayatın hay huyu içinde etrafımızda süregelen yıkıcı olayları fark edemiyoruz. Ya da insanların yaşadıkları, içine düştükleri girdabın büyüklüğünü tahayyül edemiyoruz. Hatırlamak bâbında okunabilir.

BAĞLAR – Domenico Starnone

Yirminci yüzyılın olağan karı koca ayrılığı ile bu ayrılıktan nasibini alan çocukların travmalarını anlatan roman üç bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, romanın ana teması olan aile trajedisini anne karakteri Vanda’nın kocası Aldo’ya yazdığı ve serzenişlerle dolu bir mektupla açılıyor. İkinci bölüm Aldo’nun dilinden, tercihini neden bir başka kadın, Lidia, yönünde yaptığı, evi terk etmesi ve çocukları Sandro ve Anna ile korumaya, kurmaya çalıştığı ilişkisinin döngüsel anlatımı ile yeniden karısına dönmesini içeriyor. Üçüncü bölüm ise aile içi trajedinin şahidi ve bir anlamda kurbanları olan Sandro ve Anna’nın dilinden kendi yetişkinlik zamanlarını, küçüklüklerinden itibaren yaşadıkları ayrılığa dayalı travmalarını anlatıyor.

Hem ince hem de akıcı olması açısından hızla okuduğum romanın üzerinde iki türlü düşünme yaptım.

Birincisi hiçbir metoda yaslanmadan düz bir okuma ve değerlendirme oldu. Adını her duyduğumda kalbimi yerinden hoplatan, ikinci memleketim dediğim İtalya’da ama şehir dokusuyla, insanlarıyla orta ve kuzey İtalya’dan daha farklı konumlandırdığım, biraz da eksantrik bulduğum Napoli ile, her daim hayran olduğum Roma’yı atmosfer edinen romanda dağılmış bir ailenin ruhsal çöküntülerini, başka bir kadın için terk edilen annenin iki çocukla hayat sınavı, erkeğin, kendinden genç sevgilisiyle yaşlanmanın getirdiği psikolojik çöküntülerden sıyrılma arayışı, babasının terk ettiği annelerinin yatağa yalnız girmenin getirdiği yıkılmışlık, parasızlık, isyan ve intihar teşebbüsüne şahit olan iki küçük çocuğun yürek burkan hikâyelerini okuyoruz.

Romanı bir de Tersine Mühendislik Atölyesi’nin yaratıcısı sevgili Beliz Güçbilmez’in metodu ile düşündüm. Ana temayı oluşturan tohum bağlar; aile bağları, kişileri hayata bağlayan etmenler, hayatla aramızdaki bağı sağlayan objeler, eşyalar, ilişkiler. Bu ana temadan yola çıkarak da metaforlara eriştim. Vanda’nın, Aldo’nun bir arayışa düşerek evden gitmesine sebep olan davranışları, karı kocanın ilişkilerinin zayıflaması, Vanda’nın ve Aldo’nun çocukları Sandro ve Anna ile zaman zaman zayıflayan ve fakat aile olmanın getirdiği içgüdü ile toparlanıyor gibi görünen ilişkileri, Aldo’nun çocuklarına ayakkabılarını kendi yöntemiyle bağlamalarını öğretmesi, Aldo’nun, evi terk ederek karısı ve çocuklarında yarattığı güvensizlik duygusu ile hikâyenin şimdiki zamanında eve kargo getiren görevli kıza duyduğu aşırı güven, Vanda’nın geçmişle bağını koparmamak adına hiçbir eşyayı atmaması ve bunu çocuklarına da empoze etmesi, Aldo’nun, evin kedisine verdiği Labes isminin sözlük anlamı olan La Bestia – Hayvan’ın kısaltması olarak açıklaması ve fakat talihsizlik, yıkım anlamına gelen Labes’in Aldo’nun kendi talihsizliğine, evliliğinden duyduğu yıkıma ithafen koyduğunun çocukları tarafından keşfedilmesi, Aldo’nun Lidia ile ilişkilerine ait mahremiyeti içeren video kasetlerini saklaması, Aldo’nun anne ve babasının yürümeyen evlilikleri, Sandro ve Anna’nın kopuk ilişkileri, romanın bir sahnesinde gördüğümüz evin bütün eşyalarının oraya buraya saçılması, kırık vazolar, rüzgarda uçuşan dağınık perdeler… Bir hafiye gibi tüm bu metaforların peşine düşmek ise romanı daha da ilginç bir hale getiriyor.

Bağlar’ı Temmuz 2020’de Nermin Mollaoğlu’nun bir Instagram paylaşımında görmüştüm. Okuma listeme almıştım ki İKSV film festivali seçkilerinden birinde filmi oynadı. Filmi izledikten epey bir süre sonra kitabını okudum. Film uyarlaması da başarılıydı ama doğal olarak kitap çok daha detaylı, duyguları daha net aktarıyordu. Filmde Aldo’nun kendi evliliğindeki başarısızlığının kaynağının kendi çocukluğunda yaşadıklarına dayandığını ya ben atladım ya da hiç değinilmemişti. Ayrıca kitapta Sandro büyük çocuk iken, filmde Anna’nın büyük çocuk olarak konumlandırılmış olmasına da çok anlam veremedim. Belki de kitaptaki tercüme hatasıdır.

Kitabı okumanızı, filmi de izlemenizi tavsiye ederim.