Sokakta

img_7023_r

Parma – İtalya – Fotoğraf PeymanÜnalsınGökhan

Günlerdir devam eden sağanak nihayet bu sabah durmuştu. Havada ıslak bir pus vardı.

 

Taşları kırık kaldırımlarda yürümek zordu. Her adımda altı su dolu taşlardan birine isabet etmekten korkuyordu. Çocukken izlediği  bir yarışma vardı; yerdeki kutuların üzerine basınca, duvardaki panoda yazılı, karartılmış cümlenin içindeki harflerden biri tahmin edildiyse kutunun içinde ışık yanar ve harf cümledeki yerinde belirirdi. En kısa sürede cümleyi bulan yarışmayı kazanırdı. Daha mutlu bir gününde, yolda geçen zamanı eğlenceli kılmak için, kaldırım taşları ile bu oyunu oynamışlığı da vardı. Bugün hiç havasında değildi. Uyandığından beri, başının üzerinde aziz çemberi gibi dolaşan uğursuz kara bulutlar canını sıkmıştı. Gece gördüğü rüyanın etkisi devam ediyordu. Boğazını paralayan çığlığı ile uykudan sıçramıştı. Sabah kalktığında, rüyadan tek bir sahne bile hatırlamıyordu. Bıraktığı hissiyat ruhuna sinmişti.

İş yerinin kapısından içeri girerken, yoldan hızla geçen bir arabanın sıçrattığı çamurlu suyla belden aşağısı yıkanmıştı. Eve dönemezdi. Öğlene kadar teslim etmesi gereken bir rapor vardı. Tam raporu bitirmiş, e-posta kutusunda “Gönder”e tıklayacakken elektrikler kesilmişti. İnternet bağlantı jeneratörü arızalıydı. İki gündür servis bekliyorlardı. Elektrikler iki saat sonra gelmişti. O süre zarfında beş defa müdürü tarafından aranmış, en son konuşmada eli uyuşuklukla yaftalanmıştı.

Yediği azarı unutmak için kendine leziz bir yemekle ziyafet çekmek istemişti. Yemek çekinden günlük limitinin üzerine çıkmayı göze aldı, Çin yemeği sipariş etti. Masasının üzerinde özenle hazırlanmış tabağına ve kitabına yer açtı. Buharda pişmiş Çin mantısının ikinci lokmasını ağzına atacağı esnada, kıymanın arasında malzemeleri ile uyuşmayan bir cisim gördü, çatalıyla karıştırdığında bunun iri bir başparmak tırnağı olduğunu fark etti. Böğürerek banyoya koştu. Masaya döner dönmez, tiksintiyle yemeği mutfağa götürüp çöp kovasına döktü. Kahve bastırırdı ancak midesindeki gurultuyu. Cezvedeki kahveyi karıştırırken yatmadan evvel izlediği film geldi aklına. Bir türlü hatırlayamadığı geceki karabasanın ve bugünkü uğursuzlukların sebebi. Neyse ki evli bile değildi. Annelerinden şüphelenip, şiddetle karşılık veren dokuz yaşındaki ikizler, çocuk fobisi yaratmıştı onda. Şüphe, insan beynini masumiyetten uzaklaştırabiliyordu demek. Buna bir de vicdan muhakemesi eklenince, melek şeytana dönüşebilirdi.

Günün geri kalanını filmi ve yaşadıklarını düşünmeden geçirmeye karar verdi. Kahvesini yudumlayıp, son gelen e-postalarını okudu. Acele etmeden cevapladı birkaçını. Kütüphanesinde henüz okunma sırası bekleyen bir sürü kitap varken, yenilerini sipariş etti internetten. Siteden çıkacakken bir makale çekti dikkatini. Yazıya eşlik eden fotoğraf, filmdeki deve burnu dolu kavanozun yakın çekimi olan iğrenç bir sahneyi çağrıştırdı. Hızla kapattı sayfayı. Karşı masada oturan Canan ile göz göze geldi. Gerildiğini anlamıştı arkadaşı. “Hediyeni birkaç gün önce vermeye karar verdim,” diyerek suratında koca gülümsemeyle, elindeki kırmızı fiyonklu lame paketi kucağına bıraktı. Ruh hali değişmeye başlamıştı. Mutlulukla açtı paketi. İçinden siyah peluş bir kedi çıktı. Kedileri seviyordu. Küçüklüğünden beri de peluş oyuncaklara hayranlığı bitmemişti. Ama kedi de tuhaf filmi çağrıştırmıştı ona. Hızlıca, özensiz bir teşekkürden sonra eşyalarını toplayıp, kendini sokağa attı. Kışı oldum olası sevmezdi. Saat daha altıya geliyordu, ama zifiri karanlıktı sokak. Kediyi, gördüğü ilk çöpe fırlattı. Canan’ı severdi çok. Onu üzmek istemezdi. Ne var ki, peluş oyuncaklardan bile soğutmuştu kedi onu. Elleri paltosunun cebinde, başı önünde hızla yürüyordu. Parke taşlarda topuklu çizme ile yürümek çok kolay değildi. Buna rağmen bir an önce daha kalabalık ve aydınlık bir yere ulaşmak için koşturuyordu.

Arkasında ikinci bir ayak sesi duyduğunda daha sokağı yarılamamıştı bile. Topukların parke taşlarda çıkarttığı seslere bakılırsa, yürüyen hafif biri değildi. Bir bacağı diğerinden kısaydı galiba. İkinci adımın sesi, normalin üzerinde bir sürede, ilkinden sonra erişiyordu kulağına. Nefes alış verişleri hızlandı. Dizlerinden aşağısı mengene ile sıkıştırılmışçasına kasılmıştı. Soğuğa rağmen, sırtından buz gibi ter akıyordu. Kulakları çınlamaya başlamıştı. Daha hızlı yürümeye çalıştı. Ama bacaklarına ağlar dolanıyordu sanki. Sokakta ikisinden başka kimse yoktu. Solgun ışıklarıyla sokak lambalarının da canı çekilmişti adeta. İş yerleri neden kapalı bu saatte diye düşündü. Ofisten çıktığında peşine düşen her kimse, tecavüz etse, arkasından iç organlarını sökse, kimsenin ruhu duymazdı. Çantasında sprey olacaktı. Ellerinin titremesini bastırmaya çalışarak spreyi aradı. Yoktu. Şemsiyesini kafasına geçirebilirdi. Onu da telaşla ofiste unuttuğunu hatırladı. Adamın düzensiz nefesini ensesinde duyuyordu. Her an kolunu tutacak nasırlı elin itici düşüncesi ile umarsızdı. Kalbinin sesi, ıssız sokakta çınlıyordu. Adımlar yaklaştı. Hızlanmaya çalıştı. Tabanları, asfalta yapışmıştı. Bacaklarını kımıldatamıyordu. Saçlarından yakaladı adam. Bacakları kıvrıldı. Önce çantası düştü elinden. Sonra parke taşların üzerine yıkıldı.

“Ece, uyan yavrum. İşe gecikeceksin.”

 

 

Peyman Ünalsın Gökhan

Yorum Yapın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s