Köy meydanındaki söğüt ağacının gölgesinde dinleniyoruz. Bu köy hepimizi farklı çağrışımlarla çocukluğumuza götürüyor. Ben sıcak öğleden sonralarını sabırsızlıkla bitirmeyi arzuladığım zamanlara gidiyorum. Evimizin arka bahçesindeki söğüt ağaçlarının hışırtısını, dallarının arasında gizlenerek leylek yuvalarını saydığımı hayal ediyorum. Serinliğinde evcilik oynadığımızı…
Odun ateşinde demlenmiş çaylarımızı yudumluyoruz. Yan masamızdaki çakır gözlü yaşlı amca başıyla bizi selamlıyor. Biz sıcaktan bunalırken, o üşüyor belli ki. Kilim desenli, minik ponponlu bir bere var başında. Divanın üzerinde bereyi ören kadını görüyorum. Yüzündeki derin çizgiler, hayatı boyunca biriktirdiklerinin izleri.
Kanyondaki zorlu yürüyüşten geldiğimizi duyunca içli gözlerle bizi süzüyor. Maziye gidip geliyor dalgın bakışları.
“Dere yatağı şaşırtır insanı. Bu kadar derinde, hoyrat ama güzel olduğunu düşünemezsin.”
“Hele biz, bunu hiç düşünmedik,” diyor Selim muzip gözlerle.
“Yağız bir delikanlıyken çok vaktimiz geçerdi orada. Kanyona inen en rahat yolu, nerede suyun daha yüksek olacağını, dere yatağının hangi yakasından yürümemiz gerektiğini bilirdik. Yukarı çıkmak ise çocuk oyuncağıydı.”
“Sizin anlatacaklarınız bizimkilerden çok daha güzeldir eminim,” diyerek onu anlatmaya teşvik ediyor Emre.
“Çetin geçen bir kışın ardından, doğa ananın coştuğu, ağaçların tomurcuklanmaya, kelebeklerin tarlalarda biten gelincikler arasında kanat çırpmaya başladığı bahar mevsimi gelmişti. Güneş artık daha uzun saatler tepede parlıyordu. Karlar erimişti. Civardaki nehirler çağıl çağıldı. Topraklarımız verimli bir döneme giriyordu. Mahsulün bol ve bereketli olacağını şimdiden görebiliyorduk. Sabah tarlaya gitmeden kahvede çay içeyim dedim. Birkaç yudum almıştım ki, Mahmut koşarak kapıdan girdi. Köyün Yörük ailelerinden birinin güzeller güzeli kızı, Zişan, ağıldan kaçan keçilerinden birinin peşine düşmüştü.
Keçi dere yatağına inmişti. Zişan da peşinden. Anası iki saattir ondan haber alamıyordu. Heyecan içinde komşularından yardım istemişti. Mahmut, vadiyi benden daha iyi bilebilecek kimsenin olmadığını söyleyerek kahveye koşmuştu. Meydandaki ağaca bağlı Rüzgârın terkisine atlayıp dörtnala kanyona koşturdum. Sarı kısrak güçlüydü, çevikti. Ama vadi onun için tehlikeliydi. Bir meşe ağacına bağladım. Zişan’ın dere yatağına bu noktadan girip girmediğini bile bilmiyordum.
Onu bulmam şansım olacaktı. Koşarak inerken arkamdan küçük kaya parçalarını da sürüklüyordum. Şelale gürül gürül akıyordu. Gittikçe endişelenmeye başlamıştım. Suyun içindeki kayalar kaygandı. Üzerine basınca hareket ediyorlardı. Karlar yeni eridiğinden su buz gibiydi. Vadi de oldukça serin. O zaman da şimdiki gibi dere yatağının sular altında kalmamış birkaç noktasında, karadaki kayalar üzerinden yürüyebiliyorduk. Islak izler vardı.
Zişan’ın oradan geçtiğini anlayıp ümitleniyordum. Ya bir hayvan ise diye de düşünmüyor değildim. Birkaç defa adını bağırdım. Cevap kendi sesimden geldi. Epey uzundur bizim dere yatağı, siz de gördünüz işte. Bazı yerlerde koca kayalar ilerlemeyi iyice zorlaştırır. Ya Zişan buradan geçmemişti, ya da azimle ilerliyordu. Birkaç yüz metre ilerde çiçekli entarisinin kumaşından bir parça buldum. Doğru yoldaydım. Isırganlar, yaban gülleri ve dikenler her tarafını dalamıştır mutlaka. Hızlanmam gerektiğini düşündüm.
Bir noktada hızla akan sular karşı kıyıya geçmemi engelliyordu. Önümdeki büyük kayaya tutunarak etrafından dolaşmak istedim. Ayağım kaydı. Son anda suya düşmekten kurtulmuştum. Zişan burayı nasıl geçmiş olabilirdi ki? Gittikçe korkmaya başlamıştım. Kötü bir haberle köye dönmeyi istemiyordum. Kara düşüncelere gark olmuşken kocaman yapraklı bitkilerin arasında oturan Zişan’ı gördüm. Ağlıyordu. Ayak seslerimi duyunca küçük bir çığlık attı. Onu telkin etmeye çalışarak yanına yaklaştım. Sevinçten boynuma atladı. Onu sağ salim bulduğum için dünyalar benim olmuştu. Kızararak boynumdaki kollarını çözdü ve geriye gitti. Dere yatağındaki bitkiler kadar yeşil gözleriyle gözlerimi esir almıştı. “Seni almaya geldim. Herkes senin için endişelendi,” dedim. Yol boyunca neredeyse hiç konuşmadı. Onu bulduğum ilk dakikalardaki tedirginliği yerini sakinliğe bırakıyordu. Yanında olmam onu huzura kavuşturmuştu. Zümrüt yaprakların üzerine konan yusufçukları gördükçe çocuk gibi seviniyordu.
Bazen durup, etrafında uçuşan minicik mor kelebekleri izliyordu gözleriyle. Narin kanatlarına değecek diye ödü kopuyordu. Suya düşmüştü, belliydi. Islak entarisi içinde titrediğini görebiliyordum. O anda üşümesine çare olamadığım için mahcup olmuştum. Saatlerce tek başına vadide kalmıştı. Güçlü bir yörük kızıydı Zişan.
Ağaç köklerine tutunarak tepeye tırmanmaya başladık. Arada aşağıya kaçamak bakışlar atıyordu. Dik kayalar sedir ve palamut ağaçları ile kaplıydı. Yürürken sürtündüğümüz bitkilerden mis gibi kokular yayılıyordu. Tepedeki kocaman meşe ağacının dibinde otlayan keçiyi görünce “Fistan!” diye bağırarak koşmaya başladı. Keçisini bulur bulmaz, dere yatağında geçirdiği saatler uzak bir hatıra olmuştu. Dönüşte anasına sarı kantaron topladı. Gençliği, yorgunluğunu alıp gitmişti.
Evinin kapısına vardığımızda yarım yamalak teşekkür edip içeri kaçtı. Anası çok mutlu olmuştu. “Gel oğlum, buz gibi ayran vereyim. Yorgunluk at,” dediyse de ben tarlaya gitmem gerek diyerek reddettim. Allah’a emanet edip, oradan ayrıldım. Dere yatağının, hatırladığım en güzel haliydi o gün. Sonra Rüzgâr’ı bıraktığım yerden almaya gittim.”
Cemal Dede susmuş, gözlerini uzaklara dikmişti. Onun hikâyesi bizimkini gölgede bırakmıştı. Anlatmak için teşebbüs bile etmedik.
“Zişan’ın dizleri tutmuyor artık. Acıkmıştır. Gidip çorbasını vereyim. Allah’a emanet olun,” dedi ve yanımızdan ayrıldı. Sarı kısrağın üzerindeki yağız delikanlıyı gördük bir an için, çökük omuzları ile ağır aksak yürüyen çakır gözlü yaşlı adamın arkasından bakarken.
Peyman Ünalsın
Çok güzel, sizin gezi ne güzel bir hikaye doğurmuş. Gene sonunda titretti,eline sağlık.
gül
_____
BeğenBeğen
Teşekkürler Gül. Gezi hikayemizi biliyorsun, beni baya ürkütmüştü. Ama o hikayeden bu destan çıktı :))
BeğenBeğen