Nehrin üzerinde kayan bir nilüfer gibi usulca ilerliyordu sandalımız. Sis, Ganj’ı görünmez kılmıştı. Nehirde pek çok sandalın olduğunu, küreklerden akan su damlalarının sesinden anlıyorduk. Serinkanlı kürekçilere emanettik. Bakışlarım sandalın ucundaki fenere sabitlenmişti. Yabancısı olduğum bu topraklarda, karanlığa bulanmış bu sularda tek yol göstericim o fenerdi.
Yapış yapış nemli hava vücudumun kozası olmuştu. İçine düşsem, hiç kuşkusuz bir daha asla bulunamayacağım nehirden havalanan sivrisinekler, kozayı delip kan emmek için saldırıyorlardı.
Nehre vuran aydınlık, kıyıya yaklaştığımızın habercisiydi. Yanımızda birkaç sandal daha bitiverdi. Kürekçiler, sandalları kendi kendine salınmaya bırakmıştı artık. Arada sırada kürekleri dibe batırarak biraz daha ilerletiyorlardı. Birbirimize çarpmamamız mistik bir güçten ibaretti adeta. Fenerler, nehrin üzerinde uçuşan onlarca ateş böceğini çağrıştırıyordu.
Arti Ayini öncesi ritüellerini gerçekleştiren Brahman rahipleri birbirini tekrar eden kelimelerle dualar ediyorlardı. Yerel bir müzik eşliğinde inananları kutsamaya başlamışlardı. Önlerindeki çiçek dolu kaptan bir tutam çiçek alıp havaya savurdular. Pirinç taneleri, bereket olup yağdı inananların üzerine. Ellerindeki şamdanlarla ateşi kovaladı rahipler.
Ayinlere ve ölülerine veda törenlerine şahitlik ediyor bu Ghatlar. Ruhlarını özgür bırakan bedenleri kucaklıyor. Şaşılacak bir şekilde, etraf yanık et yerine bitki kökleri kokuyor. Bedenlerini yaktıkları ölülerine, bu törenle veda ediyorlar. Ateşin biraz ötesinde, ölünün ailesi olduğunu düşündüğüm kalabalık içinde kimse ağlamıyordu. Ölüm, bir kayıp değildi. İnançlarına göre, ölü bedenlerin ruhları başka bedenlerde yaşam bulacaktı. Bu dünyada sahip olamadıklarına, ikinci hayatlarında sahip olabileceklerdi.
Fotoğraf çekmek için makinemi kaldırdığımda, eliyle “gel” diyen Hintli kadını gördüm. Başkasını çağırdığından emin olmak istedim. Etrafıma bakındım. Kimse kadını fark etmemişti. Güneşin farklı tonlarıyla bezenmiş sarisiyle kara bedenini renklendirmiş, karanlığı deliyordu. Bir kere daha eliyle beni çağırdı.
Sırtından küçük bir anahtarla kurulan kurşun asker gibi ayağa kalkıp iskeleye atladım. Tahtaların gıcırdadığını benden başka kimse duymadı.
Kadın da ayağa kalkmış merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Müziğin sesi geride bıraktığımız sise karışmıştı çoktan. Sokaklarda, vücutlarını ölülerinin külleri ile kaplamış, dizlerine kadar uzanan saçlarından bitlerini ayıklayan birkaç Hintli’den başka kimseler görünmüyordu. Korkuyla karışık ilgiyle onları izlerken kadını gözden yitirdim. Sokağın bitiminde, tam köşeyi dönen bir hareket sezinleyip o tarafa yöneldim. Kadının cafcaflı sarisinin ucu, karanlıkta kayboldu. Ona yetişmem gerekiyordu. Ama nedenini bilmiyordum. Hipnotize olmuş gibiydim. Sokakların pisliğini örtbas eden yasemin kokulu tütsüler büyü gibi, kadın nereye giderse oraya uçuşuyordu. Beni onunla etkiliyor olabilirdi. Şüpheci düşüncelerle çalışan aklıma şaştım.
Gittikçe daralan sokaklardaki derme çatma evlerin hiçbirinde cam yoktu. Havadaki nem evlerin içindeydi. Bu yüzden olduğunu düşünüyorum; insanlar yaşamlarının çoğunu sokakta geçiriyorlardı.
Kuzguni vücutları karanlıkta seçilemeyen dilenciler, dişsiz ağızlarını kocaman açarak gülüyorlardı. Sonumun pek de hayırlı bitmeyeceğini bildiklerinden, benimle eğleniyorlardı. Yeni şüpheler aklımı çelmeye başlamıştı bile. Ellerini vücudumun her yerinde hissediyordum. Kötü bir rüya gibiydi her şey. Korkuyordum bilinmezliklerle dolu sokakların daha ötesine gitmeye, ama kadını takip etme arzum baskın çıkıyordu. Zerdeçal, kakuli, tarçın kokulu sokaklardan geçerken sıcak bir ev ortamını canlandırmaya çalışıyordum gözümde. Biraz olsun yitip gidişimi hafifletmeye yarıyordu.
Kadını tüm bedeni ile görebiliyordum artık. İki katlı bir evin önünde durdu. Arkasını dönüp varlığımı kontrol etti. Gözlerinde alaycı bir bakış yakaladım o anda. Bir ışık pırıltısı tüm sokağı aydınlattı. Dizlerim titriyordu. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Kadın evin kapısını açtı. İçeri girdi. Kapıyı aralık bırakmıştı. Yaklaştım. Şakaklarımdan pıtır pıtır terler boşalıyordu. Evin içine hapsolmuş nem yüzünden gözlük camlarım buğulandı. Tam sırasıydı. İçerdeki havaya alışınca buğu kendi kendine dağıldı. Sol elim, önümde sallanan fotoğraf makinesinin askısına kilitlenmişti. Eklemlerim bembeyazdı. Sağ elimle şortumun cebindeki telefonu yokladım. Oradaydı. İçim rahatladı.
Evin içi, sağda solda yanan mumlarla aydınlanıyordu. Kadının ayak sesleri, loş ışıkta ancak seçebildiğim merdivenlerden geliyordu. Ben de merdivenlere yürüdüm. Attığım her adımda merdivenler inliyordu. Kadın çıkarken duyulmayan seslerdi bunlar. Bedeni ne kadar hafif olabilirdi ki?
Merdivenler bomboş bir sahanlığa açılıyordu. Tam karşıda tek bir kapı vardı. Kadın buharlaşmadığına göre o kapıdan girmiş olmalıydı. Kapının yılanbaşı şeklindeki kolunu tuttum. Buz gibiydi. Yavaşça kapıyı açtım. Arkası kapıya dönük bir adam, yerde bağdaş kurmuş oturuyordu. Kadın ortalarda yoktu. Sandal ağacının rayihaları yükseliyordu tütsü çubuğundan. Odanın bir köşesinde küçük heykellerle süslü bir sunak vardı. Çiçeklerden halkalar yapılıp sunağın etrafına asılmıştı.
“Namaste! Masala çayı alır mısın?” diyen davudi sesle irkildim. Yerde oturan zayıf bedene ait olmayan bir sesti.
Dışarıda hiçbir şey içmemem gerektiğini hatırlayarak “Hayır, teşekkür ederim,” dedim.
“Neden buradasın?”
“O bayan beni buraya getirdi.”
“Hangi bayan?”
“Az önce odaya giren.”
“Ben senden başka kimseyi görmedim.”
“Ama nasıl olur?”
“Hep bize sunulanı almayız. Bazen de biz isteriz, O verir. İşaretlere inanır mısın?”
“Hiç üstünde durmadım.”
“Peki, buraya nasıl geldiğini düşünüyorsun?”
“Dedim ya, kadın beni getirdi.”
“Hindistan’a peki nasıl geldin?”
“Ülkeyi merak ettim, insanlarını.”
“Seni buraya çeken bir şeyler vardı yani. Belki de bazı işaretler.”
“Hayır, işaretler yoktu. Bilmiyorum. Dikkat etmedim.”
Tüm konuşma boyunca yüzünü hiç dönmedi genç adam. Meraktan ölmeme rağmen kalkıp yüzüne bakmadım ben de. Bir ara önünde asılı duran kandillerden birine uzandığında sağ kolundaki yara izini gördüm. İşaretler derken bunu mu kastetmişti? Yara izi, bir yıl önce sırt çantasını alıp “ben tatile gidiyorum” diye evden çıkan oğlumuzun kolundaki ile aynı yerde ve aynı şekildeydi. Hızla ona yaklaştım. Elimi omzuna koydum. Başını çevirdi. Gözlerini gördüm. Alnının hemen altındaki, boşluğa bakan bulanık mavi iki gözü… Kalbime bir sızı saplandı. Ona sarılıp, hıçkırarak ağlamaya başladım.
Kan ter içinde, kalbimde bir sızı ve gözlerimde yaşlarla uyandım.
Peyman Ünalsın
Mukemmel. Çok başarılı bir yazı. İnsanı Varanssi’nin mistik havasına daldırıp, o toprakların sunduğu “organize kaos”u bir kez daha yakından yaşama olanağını sundu bana. Tekrar teşekkürler bu mistik yolculuk için.
BeğenBeğen
Teşekkür borçlu olan benim 🙂 senin anıların, bana aktardıkların ve tabii ki bana oraları yaşatan enfes ve değerli fotoğrafların sayesinde bu yazı ortaya çıktı.
BeğenBeğen
Şahane bir hikaye. Anlatılanlarla bu hikaye yazıldıysa gitsen roman yazardın.
Fotoğraflar hikayeyi çok yukarıya çekiyor Korkut Gökhan harikalar yaratmış. Sonuç Mükemmel
BeğenBeğen
Korkut o kadar etkilendi ki Hindistan’dan, döndükten sonra haftalarca Hindistan’ı okudu, belgeseller izledi. Fotoğrafları ve anlattıkları bana ilham verdi. Mükemmel kareler yakalıyor. Yorumuna o da çok mutlu olacak.
BeğenBeğen