Sevgili dostum,
Beynimi, bedenimi, ruhumu teslim alan, tüm kaosu ile ölüm fermanımı hazırlamış şehirden uzakta olduğuma ne kadar mutluyum, bilemezsin.
Burası, yaşanılası bir cennet…
Evimde, ancak bir kafese hapsettiğim bülbülün sesini duyabilirim. Burada, sabah pencereye konduğunda, şarkılarıyla uyanıyorum. Egzoz kokusundan uyuşmuş beynim, oksijen sarhoşu şimdi. Gözlerime “açıl” diye emrediyor. Sarhoşluğunu üzerinden atana kadar tüm uzuvlarıma buyruklarını sıralıyor. Çabucak yataktan çıkarmaya çalışıyor beni.
Yatağımdan o kadar nefis bir manzara görünüyor ki, gözlerim mutluluğun hasını yaşasın istediğimden, kalkmakta nazlanıyorum.
Bülbül küçük kanatlarını çırpmaya başlıyor. Onun robotik seri hareketlerini görünce tembelliğimden utanıyorum. Üzerimdeki çiçekli pikeyi, bacaklarımla savurup atıyorum. Banyoya yöneliyorum.
Bu evin en çok neyini seviyorum biliyor musun? Banyo dahil, tüm odalar manzaradan nasibini almış. Her işi gözüm dışarıya sabitlenmişken yapıyorum. Çayı koyarken fincanı ıskalıyorum, giyinirken düğmeleri yamuk ilikliyorum. Dişlerimi fırçalıyorum. Gözüm yine dışarıda. Bakıyorum, pijamaya diş macunu dökülmüş. Yeşile açlığımı gideriyorum doyasıya. Hani öleceğini bilirsin de, yaşamak istediklerini hiç aksatmadan gerçekleştirmek istersin ya, işte öyle.
İki gün önce, yine akasyalarla, çamlarla kaplı tepelere dalıp gitmişken, patikada yürüyen siyah uzun saçlı bir kadın gördüm. Göğsünden yere kadar evaze uzanan beyaz bir elbise giymişti. Saçları, esen hafif sabah rüzgârında omuzlarında dalgalanıyordu. Sanki yürümüyor da, süzülüyordu. Önündeki tümseği aşmak için eteğini hafifçe kaldırdığında ayaklarının çıplak olduğunu fark ettim. Bir karganın havada patlayan yırtıcı çığlığı ile aniden döndü ve bana baktı. Çekik gözlerinin yeşili ormanı yansıtıyordu. Ürkek bir tavşan gibi, gözlerini benden kaçırıp, hızla yürümeye başladı. Onu izlediğimi nereden anladı, hâlâ çözebilmiş değilim. Bir daha da ona rastlamadım. Değerli kol düğmemi kaybetmiş gibi, gözlerim her yerde onu arıyor artık.
Salonun penceresine değen manolyanın dallarına sakalar konuyor. Şen ötüşleriyle salondaki guguklu saat aklıma geliyor. Utanıyorum. Ev sahibine saatin zembereğini bozduğumu söyledim ıkına sıkıla. Saati kurarken de gözlerimi evi saran ormana kilitlediğimden, zinciri öyle bir hızla çektim ki zemberek boşaldı ve ucunda bronz kozalak olan zincir hızla kaydı. Minik halka da kopacak ve zincir hepten yere düşecek sandım, ama neyse ki halka sağlam çıktı. Sakanın sesi penceremden uzaklaşırken, aklım da guguklu saatten uzaklaşıyor.
Saçlarımı elimle tarayıp son defa aynaya bakıyorum. Siyah saçlarımdaki lacivert ışıklar aynada parlayıp sönüyor. Beyaz elbiseli kızı düşünüyorum. O kimdi? Ve şimdi nerede?
Banyodan çıkıp beyaz dolaplarla kaplı giyinme odasına geçiyorum. Mavi şort, beyaz tişört ve koşu ayakkabılarımı giyiyorum. Bunlar, senin tavsiyenle yeni aldığım ayakkabılar. Haklıymışsın dostum; koşarken vücudumun ayaklarıma uyguladığı baskıyı hiç hissetmiyorum. Ayaklarımın altındaki esnek yaylarla her adımda yerden havalanıp, yumuşakça yeniden yere iniyormuşum gibi. Her zamankinden daha hızlı koşuyorum adeta.
Koşarken senin gibi hiçbir şey düşünmüyorum. Sadece koşuyorum. Nefesimi kontrol ediyorum. Adımlarımı tahlil ediyorum. Ne zaman, hangi aşamada yorulduğumu anlamaya çalışıyorum. Bir sonraki seferde, önceki koşudan edindiğim tecrübeleri uygulamaya geçiyorum. Koşarken düşündüğüm bir diğer şey ise, dinlediğim parçanın sözleri. Billie Holiday, ‘’You Don’t Know What Love Is’’ derken, suratıma telefonu kapatan eski sevgilimi hatırlıyorum. Aşkı biliyorum aslında, sadece sözlere dökemiyorum. Her şeyin bu kadar aleni olmasına ne gerek var ki zaten? Beraberken iyi vakit geçiriyoruz. Konuşabiliyoruz. O daha söylemeden ben şarap kadehini dolduruyorum. Yorgun olduğunda omuzlarına masaj yapıyorum. İzlediğimiz filmleri, okuduğumuz kitapları tartışıyoruz. Ama neymiş? Daha ona bir kere “seni seviyorum” dememişim. Sevmesem onunla vakit geçirmek ister miyim?
Görüyor musun? Yine bir sürü laf kalabalığı yaptım. Koşmaya başladığında amacın göbeğinde birikmeye başlayan yağlardan, hantallıktan kurtulmaktı. Yüz kilometrelik maratona kadar vardırdın işi. Disiplin, hırs ve çalışmanın ödülü. Yazmak, yaptığın en iyi şey değilmiş. Seni takdir ve tebrik ediyorum.
Dedim ya burası gerçek bir cennet. Bazı günler arabaya atlayıp Zug veya Zürih Gölü kenarına gidiyorum. Çimlere serilmiş, kısıtlı günlerde kendini gösteren güneşin tadını çıkaran insanların arasında koşuyorum. Bazen de evin yakınındaki ormanda sedirlerin, kestane ve kayın ağaçlarının arasında, sincapların yoldaşlığında yapıyorum koşumu.
Burada her şey saat gibi tıkır tıkır işliyor. Sokağa çıktığım anda düzene ters gelen davranışlar yapmamak için büyük çaba sarf ediyorum.
Bazı günler güneş dinlenmeye çekilip, bulutlarla bizi baş başa bırakıyor. Çamur arıyorum, o da yok.
Baharda gelmekle iyi etmişim. Bu mevsim yemyeşil ormanlarla çevrili göl kenarları, ufukta karlı Alplerle birleşiyor. Bir masalın içinde gibiyim. Anlatmakla bitmez, görmen lazım.
Ormanın yeşiline, sabahın pusuyla bulandığı gizemine karışmaya hazırım artık.
Evin kapısını açmamla kuzguni karga tünediği daldan havalanıp, ormanda kılavuzum oluyor. Belki de beni beyaz elbiseli kadına götürür.
Peyman Ünalsın
Peyman’cım keşke Murakami bu satırları okuyabilme şansına sahip olsaydı.Bugüne kadar gösterdiği azmin ve çalışkanlığın nelere kadir olabileceğini görür ve eminim ki daha da üstün bir çaba gösterirdi.Koşmak yoğun bir emeğin ürünüyse yazmak da yoğun bir emeğin ürünü.Birbirinden güzel etkilenen koşan ayaklara,yazan ellere sağlık.Yaşadığın tüm güzellikleri biz okuyuculara da yaşattığın için duyarlı düşünüşüne de sağlık.Don’t stop go ahead please.
BeğenBeğen
Nergiz’ciğim çok teşekkürler. Gittiğim , gördüğüm, hayallerini kurduğum yerleri sizlerle paylaşmak ve böylesine olumlu yorumlar almak da gösterilen çabanın, emeğin mutluluk veren sonuçları. Bana verdiğiniz pozitif etkiyle yazmaya devam:))
BeğenLiked by 1 kişi
Canım okumayı seven ama yazmak için kılı kırk yaran biz naçizane okuyuculara da güzel bir örneksin.Etkilenmemek mümkün değil.
BeğenBeğen