İkide Bir 7 / Olmak ya da olmamak

“Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!”

Hamlet, iktidar hırsıyla yıkanmış amcasının kral olan babasını yavaş yavaş zehirleyip öldürdüğünü öğreniyor. Kralın ölümünden çok kısa bir süre sonra kraliçe katil amca ile evleniyor. Çünkü o da sahip olduğu gücü yitirmek istemiyor. Öç alma arzusu kamçılıyor Hamlet’i.

İnsanın varoluşu, iki kişi arasındaki tutkudan kopan elektriğe bağlı. Bir şimşek çakması, bir gök gürültüsü. Büyük bir sarsıntı. Arzudan, hazdan. Ama bazen de nefretten. Çünkü var olmak bazen tek taraflı baskının mahsulü. Birinin çılgınlığı, diğerinin korkusu. Ya da bir kurtarma operasyonu. Bitmekte olan bir şeyleri onarmak, bir nev’i kintsugi. Porselen dayanır ama insan çatlaklarından hep su kaçırır. Nihayet direnemez suyun debisine. Patlar. Hatta köprüden önce son çıkıştır. Tekne kazıntısıdır. Var olmak kaderse, varlığı sürdürmek emektir.

Madem varız, öyleyse doya doya yaşayalım. Üstelik dilimize dolanmış bu sözlerin kaynağına kadar gidelim. Kimin işi bu? Neden durup durup söyleriz. Yaratıcısının varlığından haberi olmayanlar bile bilir bu cümleyi; “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu,” derler, sırıtır geçerler. Arkasındaki derin felsefe yok olur gider o sırıtışla.

Çok sevdiği birinin ardından sorar insan bu soruyu kendine. “O gittikten sonra ben ne halt etmeye duruyorum ki dünya yüzünde? Neye yarayacağım bundan böyle?” Bir evlat acısıdır etleri kıyan. Gözler yanar yaşlardan. Aynadaki aksini tanımaz insan. O zaman bekler mecburen vadesinin dolmasını. Sabırsızlıkla.

Avcı-toplayıcı genler insan beynini 30 yıl yaşamaya kodlamış. Çarpı üç yaşıyor artık insanlar. Beynin şirazesi kayıyor ister istemez. O bu kadar yaşamayı bilemez ki! Doğal olarak yoruluyor tabii. Vadesi olan bir bulaşık makinesi, fön makinesi, elektrik süpürgesi düşünün. İki sene, üç sene garantisi var. Bu süre zarfında olabilir, bozulabilir. Onarılır ve yine ilk günkü gibi çalışır. Garanti süresi bittiğinde onarsan da eski performansında çalışmaz. Belki onarılması hiç işe yaramaz. “Bunu 1 liraya alalım, siz de üzerine 3 lira koyun size yenisini verelim,” deseler, neden olmasın. İnsan beyni aynı şekilde onarılamıyor, yerine yenisi konulamıyor. Iğıl ığıl akıp gidiyor elinizden.

İşte biz henüz ona sahipken, fiziki gücümüz de çok şükür yerindeyken, kuzeyin en cazibeli şehirlerinden birine gidip de Hamlet’e merhaba demeden dönemezdik.

Var olmanın ne menem bir şey olduğunu Helsingör’de görebilirdik. On beşinci yüzyılda kurulmuş bir Ortaçağ şehri Helsingör. Danimarka Kralı Eric tarafından Baltık Denizi’nin kontrolü amacıyla inşa ettirilen, Shakespeare’in Hamlet’ine ilham kaynağı olan Kronborg Kalesi tüm ihtişamıyla şehri adeta arkasına almış, düşmanlarından savunuyor. Etrafı su dolu hendeklerle çevrili kaleye ahşap bir iskele ile geçiliyor. Kocaman kapısını aşıp geniş bir iç avluya varıyorsunuz. Hamlet geçiyor pelerinini uçuşturarak. Biraz delimtırak. Ophelia da nehre düşünce açılan gülleri solmuş Hamlet’in. Amcası babasını öldürmüş. Annesi katil amcası ile evlenmiş. Şimdi sevdiği kız da o balçık toprağa karışmış. N’apsın zavallı Hamlet delirmeyip. Gözünde ne kalede yapılan gösterişli balolar ne gümüşler ne altınlar var. Ağır kadife perdeler arkasında pusuya yatıp amcasının daha ne işler çevirdiğini öğrenmeye çalışıyor.

Hamlet’ten sonra Helsingör halkı kendini tersane işçiliğine vermiş. Yollarda görüyorsunuz, ikili, üçlü yürüyorlar. Öğlen yemeği yiyip tekrar tersaneye dönecekler. Mavnanın yarın sabaha yetişmesi lâzımmış. Bir kol uzaklığındaki İsveç’in Helsingborg limanına mal taşıyan gemiye bırakılacak yükler günlerdir ortada kalmış.

Hamlet her köşe başından karşınıza çıkabilir. Ama pek kanlı canlı değil malûmunuz. Parke taşları eşeleyip yer yüzüne kavuşmak istiyor. Var oluş sorgulayası gelmiş. Benim de geldi. Danimarka’da, Hamlet’in doğduğu şehirde, Shakespeare’in ayak izlerini de bir vakitler taşımış topraklarda olmak ciddi bir var oluş meselesi. Hayatı boşa harcamadık ki! Geldik, gördük, çok duygulandık, yine geleceğiz dedik.

Tersane işçileri “Durun bakalım daha bitmedi, Hamlet geldi geçti, biz varız. Bu şehrin önemli şahsiyetleriyiz. Üstelik de Hamlet kadar forsluyuz.” “Nerden bileceğiz bunu?” dedik. “Sokakları dolaşmadınız mı siz daha?” diye şaşırdılar. “Henüz değil, kaleye vurulduk,” dedik. Kaleye arkamızı verip, sırtımızdan itelediler. Denizi dik kesen sokaklara daldık.

Bu duvar resimlerini yapanlar da hatırı sayılır şahsiyetler belli ki. Şehir ufacık ama duvar resimleri muhteşem.

Çözdüm ben bu Helsingör’ü; sabahtan başlıyorlar içmeye. İçtikçe gevşiyorlar. Baksanıza nasıl dizmişler camlara bira bardaklarını. Daha bu ne ki! Bunun gibi iki pencere daha var.

Ama bir yandan da beynin kontrolü ellerinde. Ha babam düşünüyor, yaratıyorlar. İri yarı, kaba saba gibi duruyorlar. Ama ellerinden zarif çizgiler, tasarımlar çıkıyor. Çok okuyorlar bir kere. Nereye gitsen kitap okuyan bir insan. Öğreniyor, gelişiyorlar. Zevkliler yaa! Vakitlerini bunun gibi kültür merkezlerinde, kütüphanelerde geçiriyorlar. Liman şehri ya gemi şeklinde tasarlamışlar binayı. Hıh aman pek güzel olmuş! Hiç de bile kıskanmadım!!!

Gün çabuk geçti. Kopenhag’a dönme zamanı. Tren istasyonu yürüyüş mesafesinde. Bizi uğurlamaya bakın kimler gelmiş! Hamlet ve Ophelia. Canııım arkamızdan su dökecekler. “Sen dalganı geç. Bu öyle yabana atılır bir konu değil. Var olmak ya da yok olmak! Birkaç sene sonra yine gel. Var olduğunun ama bir gün yok olacağının farkında olarak. Hadi sağlıcakla kal!” dediler. Kalbim elimde, trenin camından beyaz mendil salladım iki âşığa.

Oyuklu Kütüphane

IMG_5668_R

Barbaros Köy Kütüphanesi ve Çınaraltı Cafe – Fotoğraf PeymanÜnalsınGökhan

Süleyman Usta elindeki keskiyi tezgâhın üzerine bıraktı. Başındaki kasketi hafifçe geriye itip, alnında biriken ter damlacıklarını kuruladı. Mavi çizgili mendilini yeniden pantolon cebine koydu. Şekil vermeye çalıştığı ahşap rafların oymalarında gezdirdi başparmağını. Talaşlar temizlenince itinalı işçilik çıkıyordu ortaya. Ama dudaklarını kısmasından, işten pek hoşnut kaldığı söylenemezdi. Üzerinde çalışması gerekiyordu daha. Marangozhanenin arka tarafındaki mutfağa geçti. Semaverden bir bardak çay doldurdu. Kapının önündeki ahşap masanın başına oturdu. Gözlerini kapatıp portakal çiçeklerinin havaya karışan rayihalarını çekti içine. Son bir haftadır baharı gerçek anlamıyla hissetmeye başlamışlardı. Bülbüller, dutlar dalları sarıp sarmalamadan en güzel şarkılarını söyleyip bitirmeye çalışıyorlardı. Rengârenk çiçekler öbek öbek açmıştı bahçelerde. Buna bir de okuldan çıkan kış tutsağı çocuk sesleri eklenince köy şenleniyordu. Soğuk günlerin çoğunu marangozhanede Süleyman Usta’nın anlattığı hikâyeleri dinleyerek geçirmişlerdi. Artık şimdi doğayla bütünleşme zamanıydı.

Bankın üzerindeki el işlemeli mavi, beyaz yastıkları karısı yapmıştı. Haftada bir kılıfları çıkarır, yıkar, ütüler, sakız gibi getirirdi marangozhaneye. Birazdan kapıda görünürdü Esma. Her öğlen sefer taslarında yemek taşır, yazın şu anda oturduğu masada, kışın marangoz tezgâhının bir ucuna kurduğu sofrada karşılıklı yerlerdi yemeklerini. Yemekten sonra kahvelerini içerler, Esma mutfakta bulaşıkları yıkar ve boş sefer tasları ile eve, işlerinin başına dönerdi.

Esma’dan önce Memo belirdi sokakta. Okuldan çıkmış, nefes nefese koşuyordu. Siyah önlüğünün üzerinde beyaz yaka iğreti duruyordu. Önlüğünün altından şortunun açıkta bıraktığı yara bere içindeki sıska bacakları görünüyordu.

“Süleyman Amca yemeğimi yiyip geliyorum. Korkuluk malzemelerini de getiriyorum bu sefer.”

“Bekliyorum Memo. Tezgâhta sana yer açayım ben de.”

IMG_5652_R

Memo, Mayıs ayında yapılan Oyuk Festivali’ne ilk kez kendi yaptığı korkuluk ile katılacaktı. Bir ay vardı önlerinde. Epey çalışmaları gerekiyordu. Süleyman Usta tezgâhta yer açtı. Dolapta Esma’nın yaptığı kurabiyeler vardı. Bir tabağa birkaç tane koydu. Süt olup olmadığını kontrol etti. Çalışırken Memo’nun enerjiye ihtiyacı olacaktı.

Esma geldi elinde yemeklerle.

“Hadi hanım hemen yiyelim, Memo gelecek oyuk yapmak için.”

Esma çabucak sofrayı kurdu. Mavi beyaz pötikareli masa örtüsü, beyaz tabaklar, gelirken bahçeden topladığı hanımelleri ve güllerden yaptığı demeti de cam vazoyla masanın ortasına koydu. Hızlıca yediler yemeklerini. Memo’yu bekletmek istemiyordu Süleyman Usta. Esma bulaşıkları akıtırken Memo kapıda bitti.  Eli kolu doluydu.

“Malzemelerin hepsini tamamladım Süleyman Amca.”

“O zaman hemen başlayalım Memo.”

Memo heyecanlıydı. Bir hata yapıp malzemeleri heba etmek istemiyordu. Can kulağıyla Süleyman Usta’yı dinliyor, özenle anlattıklarını uyguluyordu.

“Bugün hikâye yok mu Süleyman Amca?”

“Senin elin işlemeye, kulağın dinlemeye hazırsa hemen başlayabilirim Memo.”

“Hazırım Süleyman Amca. Bugün hangi hikâyede sıra?”

“Yakında okullar tatil olacak. Köy seni sahile kaptıracak. Her kulaç attığında, her sandal gördüğünde hatırlayacağın bir hikâye olsun istedim. Onun için de sana yaşlı adam ile denizin öyküsünü anlatacağım.”

Süleyman Usta çocuğa bir bardak süt ve tabağa hazırladığı kurabiyeleri getirdi. Sonra da yaşlı adamın denize tutkusunu, azmini, yalnızlığını, zaman zaman kendisine can yoldaşlığı yapan çocuğa olan sevgisini anlattı. Denizin ortasında tek başına, zıpkın tutmaktan yaralanan ellerinin acısıyla, sandalı peşinde sürükleyen, ama pes etmeyen adamın kılıç balığıyla mücadelesini birebir yaşadı Memo dinlerken.

Hikâye bittiğinde korkuluk kolaylanmış, akşam karanlığı çökmeye başlamıştı. İstemeyerek de olsa çocuk eşyalarını toplayıp evine gitti. Süleyman Usta, gözden kaybolana kadar Memo’yu izledi bakışları ile. Banka oturdu. Marangozhanenin yanındaki babadan kalma tek katlı binaya dikti gözlerini. Bir zamanlar depo olarak kullanılmıştı. Hâlâ da aynı amaca hizmet ediyordu. Kendi okuduğu kitaplardan aklında kalanları anlattığında çocukların gözlerinde beliren menevişleri fark etmişti. Seviyorlardı dinlemeyi. Arada sırada tezgâhın üstüne, masanın kenarına ince kitaplar bırakıyordu. Mutlaka bir iki tanesi sayfalarını karıştırıyor, ayaküstü bölümler okuyorlardı. İçlerindeki tomurcuğu yeşertmek gerekiyordu. Tıpkı kendi oğullarına yaptıkları gibi. Cüneyt’e de evin önündeki meşe ağacının altında az hikâye anlatmamıştı. Okuduğu kitapları bıraktığı yerde oğlunun parmak izlerine rastlardı sık sık. Bahçeden domates toplayıp getirmesini istediklerinde, bahçe masasına oturmuş kitap okurken bulurlardı Cüneyt’i. Kitap oku diye baskı yapmamışlardı hiçbir zaman. Öykülerin, romanların sihirli dünyasına girmişti bir kere, çıkmak istemezdi artık. Aynı yöntemle köy çocuklarını da o cevherin içine sokabilirdi. Bu depo neden bir kütüphane olmasın diye düşündü. Fikrini Esma ile paylaşmalıydı. Toparlandı ve koşar adım eve gitti.

IMG_5637_RR

Kapıyı açar açmaz kocasının gözlerindeki heyecandan etkilendi Esma. Sofrayı hazırlarken karısına anlattı plânını. Eğer aklına yatmasa kocasına açık açık söylerdi. Ama aynı coşkuyu kendisi de duyumsadı.

Ertesi gün ilk iş, postaneden, İzmir’de yaşayan oğullarını aramak oldu. Onun da desteğine ihtiyaçları vardı. Babasından duyduğu gurur Cüneyt’in sesine yansıyordu. Doğup büyüdüğü ve günün birinde mutlaka yeniden yaşamak için döneceği Barbaros Köyü’ne bir kütüphane kazandıracaklardı. Mayıs ayındaki Oyuk Festivali’ne yetiştirirlerse, kutlamalara gelen yöre halkı da kütüphaneyi görüp, koklama şansına varabilirdi.

Süleyman Usta ve Esma hemen kolları sıvadı; depoyu boşaltıp temizlediler. Duvarlarını, çocukların okurken hayallerine yelken açmasını kolaylaştırmak için açık maviye boyadılar. Pencereler, kapı yağlıboya yapıldı. Alet edevatın konduğu mevcut rafları onarmaya başladı Süleyman Usta. İlk etap için onlar yeterliydi. Ama kitap sayısı arttıkça yeni raflar yapması gerekecekti. Esma ellerindeki kitapları yazar isimlerine göre ayırdı. Hepsini etiketledi. Alfabetik sıraya dizdi. Bir defter oluşturdu. Kitap isimlerini bu deftere işledi. Cüneyt ve karısı da İzmir’den desteklerini esirgemedi; kendi iş yerlerinde duyurdular ve kitap bağışlarını kabul ettiklerini ilân ettiler. Her hafta sonu Barbaros’a getirdiler toplanan kitapları. Hummalı çalışmaya köy halkı seyirci kalmakla yetinmedi. Herkes işin bir ucundan tuttu; kütüphane pencerelerine perde dikenler, önceki yıldan yaptıkları korkulukları süsleme amacı ile kütüphaneye hediye edenler, kitapları Esma’nın hazırladığı düzende raflara dizenler. Hepsi kalben katkıda bulunuyordu. Çünkü Urla yöresinde varlığından haberdar oldukları böyle bir köy kütüphanesi yoktu. Barbaros Köy Kütüphanesi bir ilk olacaktı.

Hazırlıklar sürerken Süleyman Usta çocukları ihmal etmemeye çalışıyordu. Günlük rutinleri, kütüphane hiç plânda yokmuş gibi sürüyordu. Çocuklar yine okul çıkışı marangozhaneye geliyorlar, öyküler dinliyorlar, yorumlar yapıyorlardı. Hepsi gittikten sonra Memo biraz daha kalıyor ve korkuluğunun son eksiklerini tamamlıyordu.

Kütüphane neredeyse hazırdı. Oyuk da.

IMG_5615_R_resize

Oyuk Festivali’nden bir gün önce kütüphane açılışı yapıldı. Esma Hanım ve gelini kurabiyeler, poğaçalar, börekler pişirdi. Evlerde hazırlanan limonatalar sürahilerle kütüphaneye taşındı. Bu sene festival heyecanı katmerliydi. Tüm köy yorulmuştu, ama değmişti. Şimdi hem eğlenceli oyukları, hem de imrenilecek bir kütüphaneleri vardı.

Yazar Notu: Oyuk, tarla korkuluğunun yöresel ifadesidir.

Peyman Ünalsın Gökhan