Büyümeyen Çocuk

Salzburg - Fotoğraf KorkutGökhan

Salzburg – Fotoğraf KorkutGökhan


Tam çiçekleri sularken akşama sinemaya gideceğim aklıma geliyor. Mutlu oluyorum.

Küçük şeylerden heyecanlanmasını öğrenen çocuğun, bir seksen boyundaki koca kadın halleri. Küçükken sinemaya, tiyatroya gittiğimiz her gün özeldi. Birkaç gün önceden heyecanı sarardı. Sabah erkenden kalkardım. Dışarıda yağmur bile yağsa, güneşli hava sevinci kaplardı içimi. Akşamı zor ederdim.

Kırk beş yaşında bile bedenimi istilâ eden çocuk aynı heyecanı yaşıyor, yaşatıyor.

Bu sabah uyku tutmadı yine. Kafamdan, günün programını yapıp durdum. Kahvaltının ardından, hafta sonu için yemekleri hazırlarım, öğrencimle iki saat ders yaptıktan sonra haftalık alışverişi hallederim. Beş gibi evden çıkıp, kızlarla buluşurum. Sinema civarında birkaç kitapçı gezeriz. Hafif bir şeyler atıştırır, filme gireriz.

Aslında niye bu kadar heyecanlanıyorum? Bugünün, yılın geri kalan günlerinden ne farkı var? Sinemaya gitmek mi yani onu bu kadar özel kılan?

 – Saçmalama lütfen!

 – İyi de sana n’oluyor? Koca kadın oldum artık. Senin o kabına sığmayan tavırların beni yoruyor. Rahat bırak beni!

– Ben olmasam, ne kadar bezgin, yorgun, boş vermiş olabileceğini düşündün mü hiç? Bir koltuğa üç beş karpuz sığdırmak için gereğinden fazla harcadığın enerjiyle yıllara yenik düşmez miydin? Sabah böyle enerjik kalkabilecek miydin?

– Aman! Duyan da sen olmasan koltuğa gömülen, işe yaramaz, her tarafını yağ bağlamış, bıkkın biri sanacak beni. Yaşlı muamelesi yapmayı kes lütfen!

– İçindeki ben’i kaybedip de ona kavuşmak isteyen o kadar çok insan var ki! Seni anlayamıyorum. Kıymetimi bilmiyorsun.

– Öyle vakitli vakitsiz çıkıyorsun ki ortaya, sinirimi oynatıyorsun. İş toplantısında, ciddi bir ortamda, sohbet ortasında, olağandışı coşkunla kahkahalar attırıp, komik duruma düşürüyorsun beni.

– Fena mı işte? Sayemde etrafa ışık saçıyorsun.

– Gereksiz zamanlarda!

– Kalbimi kırıyorsun. Yokluğumda ararsın beni.

– Rahat bırak. Çok işim var.

Haklı olabilir mi? Yokluğu, hayatımı ne kadar etkileyebilir ki?

Üzerime rahat bir şeyler giyiyorum; kot pantolon, elektrik mavisi pamuk saten bluz ve babetler. Hafif bir makyaj yapıyorum. Kıyafetime uygun takılarla süse son noktayı koyuyorum.

Bana söylediklerini düşünüyorum. Hep büyümeye özendim. Çocuk yerine konmak ağrıma gitti. “Sen daha çocuksun, anlamazsın”lardan, “Çocuklar, büyüklerin işlerine karışmaz”lara kadar hep soğuduğum, hızlıca büyümek için beni dua etmeye itekleyen sözler işittim. Büyüdükçe, geriye dönüşün imkânsız olduğunu anladım. Hayat, hafife alınmayacak kadar engebeli. Yeni insanlar, yeni tecrübeler ve fakat monotonluğun içinde sıkışıp kalmış hayatlar. Rutinin dışında da bir hayat ve o hayata kıyısından dokunmak için de ona ihtiyacım var. Biraz çılgınlık, umursamazlık, gözü karalık, hayatın tadını çıkarmak onun sayesinde olacak. Bir balık gibi fanusun içinde sağdan sola, soldan sağa çaresizce dönmek, aç bir kedinin saldırısına maruz kalmak, ağzından baloncuklar çıkartarak, bıkkın gözlerle fanusun dışındaki hayata özlemle bakmak. Düşüncesi bile fena.

Sabahın ayazında kalkıp, güneşin doğuşunu izlemeliyim.

Sahil boyunda yürürken yeni biçilmiş çimlerin kokusuna kapılıp, üzerlerinde yalın ayak koşmalıyım.

Dalgaların içinde kahkahalarla gülerek oyun oynamalıyım.

Kendi kusurlarımla dalga geçebilmeliyim.

Acaba onu küstürdüm mü?

Ya bedenimi temelli terk ettiyse?

Kalbini kırdım.

Güneşin eğik ışıklarıyla yıkanan yatak odasında, evden çıkmadan son defa aynaya bakıyorum. Omzumda oturan küskün bakışlı çocuğu görüyorum. Serçe parmağımla saçlarını okşayıp, yanağından makas alıyorum. Yüzünü kaplayan kocaman gülüşle gözlerimiz buluşuyor. Sevecen, göz kırpıyor.

Peyman Ünalsın

Mavi Gözlü Dev

Küçük avludan görünen dağlara baktı. Mahpushane günlerinin şahidi, yoldaşı, sırdaşı dağlara…

Dört mevsimini kolladı. Dizelerinde, zirvelerinin soğuğunu, tepelerinin yeşilini, çiçeğini yazdı.

Aşkını itiraf etti. Hayallerinden bahsetti.

Mektuplarını okudu dağlara sessizce.

Gözyaşlarını akıttı; sadece dağlar bildi.

Kısa ziyaretlerinde Piraye’nin, gözlerindeki aşka şahit oldu ulu dağlar,

Demir parmaklıklar ardından izledi Nâzım’ı.

Kayalarına oydu vatan sevgisini, milliyetçiliğini, aşklarını.

Baktıkça hatırlayalım diye sevda yüklü Mavi Gözlü Dev’i.

Ne güzel şey hatırlamak seni: 
ölüm ve zafer haberleri içinden, 
hapiste 
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Ne güzel şey hatırlamak seni: 
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin 
ve saçlarında 
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının… 
İçimde ikinci bir insan gibidir 
                                            seni sevmek saadeti… 
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının, 
güneşli bir rahatlık 
ve etin daveti: 
                    kıpkızıl çizgilerle bölünmüş 
                                                             sıcak 
                                                                koyu bir karanlık…

Ne güzel şey hatırlamak seni, 
yazmak sana dair, 
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek: 
filânca gün, falanca yerde söylediğin söz, 
                                                        kendisi değil 
                                                                   edasındaki dünya…

Ne güzel şey hatırlamak seni,
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine: 
                                                            bir çekmece 
                                                                        bir yüzük, 
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım. 
Ve hemen 
             fırlayarak yerimden 
penceremde demirlere yapışarak 
hürriyetin sütbeyaz maviliğine 
                                sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım…

Ne güzel şey hatırlamak seni: 
ölüm ve zafer haberleri içinden, 
hapiste 
ve yaşım kırkı geçmiş iken… 

Nazım Hikmet

Peyman Ünalsın