Sarma, Tutku, Sevgi

sarma

Kadın sırt üstü uzandı yatağa. İzlediği filmde başkarakterin bir bar sandalyesinde içtiği kahveye imrenmişti. Gözlerini tavana dikip uykuyu beklemesinin kabahatlisi de o kahveydi. Uykusunu tetikleyeceğini düşünerek yatmıştı, ama kafasında bir sürü düşünce, hayal uçuşuyordu şimdi. İnceden bir ürperti kapladı vücudunu. Havalar ısındı diye incecik gecelik giymişti. Mart yine yapmıştı yapacağını; birden bire soğumuştu ve cama vuran yağmurun sesini duyuyordu. Isınmak için kocasına yanaştı biraz daha. Elini onun güven veren gövdesine dolamak istiyordu. Hormonları kafeinle ayaktaydı. Kocasının kokusuyla da iyice çıldırmıştı. Ona dokunmak için önüne geçilmesi zor bir arzuyla doluydu.

Tıpkı en sevdiğiniz yemek olan zeytinyağlı sarmanın önünüze konması, ancak sizin yemenizin yasak olduğunun söylenmesi gibi. Sizi baştan çıkartan mayhoş salamura yaprak kokusuna karışan, tarçın ve yenibaharın egzotik rayihalarına dur demek aynı zamanda. Kalem gibi incecik sarılmış, zeytinyağında pırıl pırıl parlayan yeşil dolmalar tabaktan size göz kırpar ve karşı konulmaz davet gönderir. Siz ise o muhteşem görüntüye gözlerinizi dikmek, o enfes kokuyu içinize çekmekle yetinirsiniz sadece. Üst damağınıza yapışan dilinizde algıladığınız yeme arzusuyla salgılanan sıvı ağzınızın içine dağılmaya başlar. Bir lokmasına dahi dokunamadığınız sarmalardan ufak bir parçayı bıçağınızın yardımıyla kesip, çatalınızın ucuyla ağzınıza attığınızı hayal edersiniz. Yeşil yaprağın içinden taşan pirinçler, kuş üzümleri, çam fıstıkları dağılır. Granüllere dönüşünceye kadar çiğnersiniz. Çiğnedikçe tatları tüm ağız mukozasını kaplar. Boğazınızdan geçen granüller yemek borusundan mideye giderken arkasında bıraktığı o unutulmaz tat, ikinci sarma parçasını alma eylemine teşvik eder. Bir yandan da bitirmemeye özen gösterirsiniz. Sarmaları yemek ne kadar uzun sürerse, alınan haz da aynı oranda artar. Asıl mesele, sarmaları hazırlarken harcanan süredir. Harcamak kelimesi doğru tercih olmayabilir bu aşamada. Çünkü daha çok istemeden, sevmeden yapılan bir şey için sarf edilen zaman harcanmış sayılır. Sizi zevkin doruklarına taşıyan bir yemeği hazırlarken geçen zaman harcanmaz, yaşanır.

Minik, küp küp doğranmış soğanlar yağda kavrulur. Pembeleşen soğanlar, içine atılan kıyma ve ortasına kırılan sarıgözlü yumurtayı getirir aklınıza. Karabiberle taçlandırılan kıymalı, soğanlı yumurtayı bir başka zamana ötelersiniz bilinçaltınızda. Soğanlar, pirinçleri karşılamaya hazırdır artık. İkisi kavrulmaya devam eder. Soğanın tüm aroması pirinçlere karışır. İçine çam fıstıkları eklenir. Renkleri koyulaşmaya başlayınca içine tuz, şeker, karabiber, yenibahar, nar ekşisi, tarçın konur. Kısa bir süre daha kavurduktan sonra içine bir miktar su ekleyip hafif ateşte pişirilmeye bırakılır. Pirinçler dişe gelir kıvamdayken ateşten indirilir, kokusunu muhafaza etmesi için taze nane en son doğranır. Diğer tarafta salamura yapraklar, sıcak su içinde bekletilmek koşuluyla fazla tuzundan arındırılır ve daha kolay pişmesi için yumuşatılır. Aman dikkat! Dolma içini hazırlarken, yapraklar suda bekletilse de bir miktar tuzun üzerlerinde kaldığını unutmayın.

Yumuşayan yapraklar sudan çıkarılıp süzülür. Sıra sarmaya gelir. Mat kısımları, pirinçli karışımla temas edecek şekilde sarılan yapraklar tencereye dizilir. Annem en alta mutlaka birkaç yaprak koyar ki, sarma dibini tutup yapışmasın. Tencereye sıcak su konur ve ağır ateşte pişirilir.

Bazı kişiler zeytinyağlı sarmada kuş üzümünden, fıstıktan hoşlanmaz. Ben bütün bu malzemelerin yemeğe kattığı lezzeti bir bütün olarak seviyorum. Tarçın ve yenibaharı damağımda hissederken, çiğnediğim kuş üzümü ve fıstığın tadını dilimde duyumsamak bana keyif veriyor.

Önüme, tarife bire bir uygun pişirilmiş bir tabak dolusu zeytinyağlı sarma koysalar ve dokunmamamı söyleseler, beni tabağa doğru iten karşı konulmaz bir güç olurdu. Elimi sürmezdim. Lâkin gözlerimi yumar, kokusunu içime çekerdim.

Tıpkı yatarken kendisine sarıldığında uykusu kaçan eşine dokunmaması gerektiği gibi. Oysa saçlarını okşamak, elini boynundan sırtına doğru indirmek, yüzünü boynuna gömüp koluyla sımsıkı kocasına sarılmak istiyordu. Elini ona doğru uzatırken yarı yolda pes edip, öylece bırakıverdi yatağın üzerine. Sakil bir şekilde yastığın yanında duruyordu. Nereye koyacağını bilemiyordu. Sola döndü olmadı, sırt üstü yattı olmadı. Sağ tarafa döndü tekrar.  Feromonları ayaktaydı. Kocasının parfümüyle karışan teninin kokusunu içine çekti. Onu uyandırmaktan çekinerek… Zeytinyağlı sarma… Tutku… Sevgi…

 

Peyman Ünalsın Gökhan

KERVAN YOLU

 

KG__6528.jpg

Taraklı – Fotoğraf KorkutGökhan

Tepenin üzerindeki kayaya oturup vadiyi izlerdi her gün yaşlı adam ve çocuk. Sislerin arasından görürlerdi kasabaya girip çıkan kervanları. Zaman zaman her ikisi de suskunluklarına gömülüp saatlerce konuşmadan uzaklara dalıp giderdi. Sonra anlaşmış gibi aniden çocuk ayağa fırlar, ellerini dedesine uzatır, kalkmasına yardım ederdi. Yedi yaşında, olduğundan daha güçlüydü. Damarlarındaki Çerkez kanı, içindeki, kuzguni yelelerini uçurarak koşan küheylanı çıkarıyordu ortaya. Çok iyi ata  biniyor, hedefini ıskalamadan, ok atıyordu. Sınıfta okumayı ilk söken olduğundan, dedesi bu yaz onu Sünnet Gölü civarında avlanmaya götürmeye söz vermişti. O gün yaklaştıkça heyecanı çığ gibi büyüyordu.

Taraklı - Photo KorkutGökhan

Taraklı – Fotoğraf KorkutGökhan

Tepeden aşağı inip, Çakırlar Konağı’nın önünden meydana vardılar. Başındaki keçeden yapılmış şapkasını eliyle tutarak, çeşmeye koştu. Dağlardan gelen buz gibi sudan içti. Dedesi kendisine yetişmişti bile. Küçük elini, dedesinin nasırlı, büyük eline teslim etti. Sıcaklığı ona güven veriyordu. Peşlerine takılan kasaba köpekleri olduğu halde konağa vardılar. Açık pencerelerden, beyaz işli perdeler uçuşuyordu. Kapıyı açıp “Biz geldik!” diye seslendiler. Tabak çanak tıngırtısı arasından ninesinin sesi duyuldu mutfaktan; “Hoş geldiniz! Yemek beş dakikaya hazır.” Dede ile torunu bunun “hemen ellerinizi yıkayıp sofraya oturun” demek olduğunu iyi bilirlerdi.

IMG_8259

Çakırlar Konağı – Fotoğraf PeymanÜnalsınGökhan

Ayakkabılarını çıkartıp, sahanlıkta yan yana duran terliklerini giydiler. Çocuk ahşap merdivenlerin gıcırtısı arasında koşarak banyoya gitti. Hep sevdiği gibi sabunu bolca köpürttü. Ellerini yıkadı. Kenarında lacivert iplikle M harfi işli keten havlusuna ellerini kuruladı. O banyodan çıkarken dedesi içeri girdi. Çocuk sofraya oturdu. Ninesi elinde, dumanı tüten tarhana kâsesi ile salona geldi. Yaz kış tarhana çorbası eksik olmazdı sofrada. Haziran gelince ninesi tarhana malzemelerini hazırlar, hamuru birkaç gün mayalar, temiz bezler üzerine serer ve kurumaya bırakırdı. Ev tarhanası hazırlanırken gündelik görevlerinden biriydi kurumaya başlayan hamurları ters yüz yapmak, ufalamak. Yağda kavrulmuş küçük ekmek parçalarının yüzdüğü bu leziz tarhanada onun da emeği vardı.

Mahalledeki pek çok komşunun yemeğini yemişti. Akranı olan evlere bazen yemeğe çağırırlardı, tıpkı, arkadaşlarının da onlarda misafir olması gibi. Ya da evde pişen yemeklerden komşu hakkı doğardı. Yapılanlardan komşular da nemalansın istenirdi. Dolu gelen tabak, boş gönderilmezdi. Hiçbirinin tadı, ninesinin yemeklerini geçemezdi. “Ailemizin kadınlarında yemek yapacak el var,” derdi ninesi. Göynük’ten Taraklı’ya gelin gelmişti. Mutfak marifeti, doğup büyüdüğü coğrafyadan hediyeydi.

KG__6384_resize

Göynük – Fotoğraf KorkutGökhan

Ninenin bakır maşrapalarda getirdiği ayranı içtiler cevizli eriştenin yanında. Birazdan yemekleri bitecek. Salonda cumbanın içine yerleştirilmiş sedire oturacaklar dede torun. Dede kahvesini içerken öyküler anlatacaktı torununa.

KG__6564_resize

Taraklı – Fotoğraf KorkutGökhan

Yemekle kahve arasında dede beş dakikalık şekerleme yaparken çocuk konağın üst katındaki odasından hiç çıkmayan annesini görmeye gidecek, buz kesmiş yemeklerle dolu tabaklarını mutfağa taşıyacaktı. Ağlamamayı öğrenmişti. Gözyaşlarının duruma etkisi yoktu.  Ne zaman odaya girse, camın önündeki koltukta ayaklarını altına almış otururken buluyordu annesini. Dönüp bakmıyordu bile çocuğa. Süklüm püklüm salona dönüyordu çocuk. Ninesi dantel örtü serilmiş gümüş tepside kahve ve lokum getiriyordu dedesine. Sedirin yanındaki sehpanın üzerine bırakıyordu kahve fincanını. Çocuk sehpanın aslan ayaklı bacaklarına konan sineği takip ediyordu gözleriyle. Yaşlı adam öykü anlatmaya başladığında, sineği unutacaktı.

Çok zaman önce, Çin’den yola çıkan kervanlar, Batı’ya ulaşıncaya kadar türlü maceralar atlatarak aylarca süren yolculuklar yaparmış. Bazen insanların, bazen de kervandaki hayvanların öldüğü talihsiz olaylar yaşarlarmış. Kervanın taşıdığı mallarda gözü olan eşkıyalara karşı durmak, en zorlu mücadeleymiş. Dondurucu kış soğuklarından bile tehlikeliymiş onlar. Ufak tefek zaiyâtla saldırıları atlatan kervanlar şanslıymış.

KG__6572AAaaa_resize

Taraklı – Fotoğraf KorkutGökhan

Yine bir gün, Orta Asya’dan yola çıkan bir kervan, türlü badireler atlatarak Taraklı’ya ulaşmış. Kervan kasabaya girdiğinde, sabah güneşi hanın camlarında parlıyormuş. Horozlar günün ilk ışıklarının müjdesini veriyor, kasabanın köpekleri, yattıkları yerden havlayarak develerin ve atların, karların arasında hapsolmuş toynak seslerini duyuruyormuş tüm kasabalıya. Rahatına düşkün esnaf, kervanın geldiği gün erkenden dükkânlarını açıyormuş. Hamam, sabun kokulu bembeyaz peştamallar ve sıcas su dolu mermer kurnalar, kervanın yorgun yolcularını bekliyormuş.

Kasabanın en güzel kızı, sabahın ilk ışıklarıyla kalkar, sobayı ateşlermiş. Akşamdan mayalanmaya bıraktığı ekmek somunlarını bahçedeki odun ateşinin içine koyar, kahvaltıyı hazırlamadan önce meydandaki çeşmeden bakraçları doldururmuş. Çeşme yolunda damlardan sarkan buzların, kara yansıyan kristal oyunlarını izlemeyi çok severmiş. Dönüşte ekmek somunları pişmiş olurmuş.

O sabah annesi ile babası uyanmışlar, duymaya alışık oldukları koşturan ayak sesleri doldurmuyormuş evin boşluklarını. Kahvaltı da hazır değilmiş daha her sabahki gibi. Merakla beklemeye başlamışlar. Güneş, kasabanın konaklarının damlarını aydınlatmaya başladığında eve dönmüş kızları. Yalnız değilmiş. Yanında, çekik gözlerinde gökyüzünün mavisi asılı, uzun boylu, yağız bir delikanlı varmış.

Delikanlı, anne ile babanın ellerini öpmüş. Önlerinde saygıyla eğilmiş. Birkaç seferdir kasabadan geçtiğini ve kızlarını gördüğünü, onunla evlenmek istediğini söylemiş.

Kervanın en gözü pek, çalışkan delikanlısı ile kasabanın en güzel kızı Taraklı sakinlerinin katıldığı gösterişli bir düğünle evlenmişler. Delikanlı küçük bir dükkân açmış. Altın kafeste gibi hissediyormuş kendini dükkânda. Müşteri olmadığında düşünceler alıyormuş delikanlıyı. Beyninin içindeki adam yeniden yollara düşmesi için onu kışkırtırken, yüreğinin içindeki tam tersine, güzel karısıyla kalması için ikna etmeye çalışıyormuş. Ama asıl onu gitmekten alıkoyan, karısının mutluluk ve heyecanla karnında taşıdığı bebekmiş.

IMG_8131_R

Taraklı – Fotoğraf PeymanÜnalsınGökhan

Günler haftaları, haftalar ayları takip etmiş. Soyunun güzelliğini devam ettirecek bir erkek bebek dünyaya getirmiş genç kadın. Adamın içindeki özgür ruhun ise, kafesin demirlerine tahammülü gittikçe azalıyormuş. Genç kadın bebeğiyle o kadar meşgulmüş ki, kocasının günden güne ışıltısını yitiren gözlerinin, solan ruhunun farkına varamamış.

Bir sabah Taraklı’nın üzerine doğan güneşe inat, karısı ile oğlunu, kayınvalidesi ile kayınpederine emanet edip, bir gün geri geleceği vaadiyle atına atlamış, kasabadan ayrılmış. O andan itibaren genç kadını ne bebeğinin varlığı ne de ona karşı sorumlulukları oyalayabilmiş. Konağın en üst katındaki, pencerelerinden kasaba ve civarını dört bir yandan gören odadan dışarı çıkmamış bir daha.

IMG_8345_R

Taraklı – Fotoğraf PeymanÜnalsınGökhan

Dedesi soluklanmak için hikâyeye ara vermişti. Yaşlı adamın, yağız delikanlı ile güzeller güzeli Çerkez kızı hakkında anlattıkları o kadar çeşitliydi ki, her seferinde küçük bir ara verir ve farklı bir sonla bitirirdi. Bu hikâyelerin bazısında genç kadının bebeği ile oynadığı oyunları anlatırken, bir diğerinin konusu delikanlının İpek Yolu’ndaki maceralı yolculuğu olurdu. İçlerinden çocuğu en mutlu kılanı ise delikanlının kasabaya, karısı ile çocuğuna döndüğünü anlattığı öyküydü.

Peyman Ünalsın Gökhan