BURMA GÜNLERİ – George Orwell

Güneş tam tepede asılı duruyor, kasabayı saran yeşil bitki örtüsünün havaya saldığı nemle işbirliğine girerek evin saçağı altına sığınmış beyaz adamı, keten gömleği terden vücuduna yapışmış halde hasır koltuğuna lapa gibi yapıştırıyordu. Tavanda dönen vantilatörün gücü sıcağı da, nemi de dağıtmaya yetmiyordu. Burmalı uşağın getirdiği viski bardağı kirli ellerin izlerini taşıyordu. Midesi bulanarak bardağı dudaklarına yaklaştırdı. Bunca zamandır hastalanmadıysa bağışıklığının yüksekliğindendi. Birazdan kalkacak, duş alacak ve kulübe gitmek üzere temiz gömlek ve pantolon giyecekti. Oradaki insanlara katlanamıyordu artık. Tek konuları acımasızca eleştirdikleri yerli halktı. Kulaklarını tıkayabildiği kadar tıkıyordu ama sesler o kadar yoğundu ki kafasının içinde uğulduyordu. Yerli halkın giremediği kulüplerinde, onlardan uzak, istedikleri gibi atıp tutuyorlardı. Aşağılık cümleleri duymazlıktan gelmek mümkün değildi. Kulübe Burmalı birini almak fikri sadece ona sıcak geliyordu.

Bu boğucu günlerin içinde orkide gibi açan Elizabeth, Flory’yi büyülemişti. Monoton Burma günlerine renk gelmişti. Yüzündeki doğum lekesi olmasa Elizabeth’e yaklaşmak konusunda daha cüretkâr olacaktı. Lekenin, sevdiği kızın karşısında kendisini değersizleştirdiğine inanıyordu. Elizabeth’in gelmesiyle birlikte evinden uzaklaştırmaya çalıştığı Burmalı sevgilisinin intikam çığlıklarını duymamak elde değildi. Flory’den öcünü alacaktı. Terk edilmiş olmak, doğduğu çöplüğe geri dönmek demekti. Bunu Flory’nin yanına koymayacaktı. Yerli halka yaptıklarından dolayı sömürgecilere karşı kin besleyen U po Kyin ile el ele verdi.

Burma Günleri, George Orwell’in 1934 yılında Amerika’da yayımlanan ilk romanı. O yıllarda Burma ve Hindistan’da roman yasaklanıyor, hatta bir şekilde okuyanlar cezalandırılıyor. Burma’daki İngiliz sömürgeciliğini eleştiren roman 1935 yılında İngiltere’de de yayımlanıyor.

1922-1927 yılları arasında Burma’da Kraliyet polis teşkilatında görev yapan Orwell’in kendi izlenimlerinden, hatıralarından yola çıkarak yazdığı Burma Günleri, yazarın basılan ilk romanı. İngiliz sömürgeciliğini ağır bir şekilde eleştirmiş.

Sömürgecilerin birbirini taklit eden gündelik yaşamları, rutinin yazgısından çıkış noktası olarak alkol şişesiyle saplantılı ilişkileri, yerli halkı sürekli yeren davranışları, buna karşılık yerli halk içinde nüfuslu kişilerin de alt kast halkı da kışkırtarak sömürgecilerden hınç almaya yönelik karşı ataklarını, Burma’da bir sömürgeci olarak hayatın İngiltere’den daha ağır olduğu, özgürlüğün kısıtlanmış olduğu anlatılıyor. Hele bir de evlilik çağı gelmiş genç bir adam ya da bir kadın varsa hikâyede, işler daha da zorlaşıyor. Kısıtlı sayıdaki adaylar, kalbini emanet etmek için pek de ümit vadetmeyebiliyor.

Kitap hakkında farklı yorumlar okudum. Kimisi Orwell’i överken, kimisi de en sıkıcı Orwell kitabı demiş. Tabii bir 1984 ya da Hayvan Çiftliği etkisi yaratmıyor okurda. Özellikle de sonu beklentileri boşa çıkarıyor. Ki pek çok olumsuz yorum da zaten kitabın sonuna yapılmış.

Yakamoz Kitap baskısını okudum. Burma dilinde çok fazla kelime vardı ve fakat açıklamaları yoktu. Her seferinde Google amcaya sordum, söyledi. Editöryel çok fazla hata vardı; kelime tekrarları, eksik harfler…

Değişik bir Orwell okuması için, neden olmasın?

OĞLUMA MEKTUPLAR – Lütfiye Pekcan

Nalan, delice sevdiği eşini bir kazada kaybedince başarılı bir ebeveyn ve gazeteci olmak adına kendini büyük bir mücadele içinde bulur. Ama bir gün, yaşam yolculuğunu vaktinden evvel tamamlayacağını öğrenir ve oğluna, en sonuncusunda büyük sırrını da açıkladığı bir dizi mektup yazar. Yakın arkadaşına emanet ettiği mektuplar, her doğum gününde Mert’e teslim edilecektir.

Başarılı gazeteci Lütfiye Pekcan’ın ikinci romanı Oğluma Mektuplar. Roman uzun bir dönemi kapsayan doğrusal zaman anlatımıyla yazılmış. Okurken aceleye gelmiş duygusu yarattı bende. Bir an evvel sonuca varmak isteyen yazar, Mert’in on ikinci yaşından yirmi altıncı yaşına kadar uzanan hikayede adeta fişek hızıyla ilerlemiş. Romanın her bölümünü, bir önceki bölümden tahmin edebilmek hikayeyle ilgili beklentilerimi örseledi. Nalan’ın arkadaşı Mehtap’ın her yıl Mert’e ilettiği mektuplar adeta birer hayat kullanım kılavuzu niteliğinde. Nalan güçlü bir öngörü ve sezgiyle oğlunun her yaşta nelerle karşılaşacağını biliyor ve okur yerine şaşıran Mert oluyor.

Son yıllarda okuduğum, bilindik ve sevilen şarkılarla örülmüş kitaplara bir örnek de Oğluma Mektuplar. Yazarın müziğe düşkünlüğünü sahneler arasına yerleştirdiği atmosfer yaratıcı ve duygu güçlendirici şarkı sözlerini de eklemesinden anlıyoruz.

Yine hikaye içinde yazarın kendi şiirleri olduğunu düşündüğüm birkaç şiir de yer alıyor.

Beni anlatıdan daha çok romanın gerçek hikayeden esinlenerek kaleme alınmış olması etkiledi. Günlük hayatın hay huyu içinde etrafımızda süregelen yıkıcı olayları fark edemiyoruz. Ya da insanların yaşadıkları, içine düştükleri girdabın büyüklüğünü tahayyül edemiyoruz. Hatırlamak bâbında okunabilir.