İnsan elli yaşında, kadife kesesinde pek çok hatıra barındırıyor. Hırsları, yapmak isteyip de yapamadıkları, öz eleştirisi, endişeleri, aşkları, yaşadığı dönemin siyasi olayları, içtiği şarabın kadehinde kalan dudak izleri gibi kâh çok derin, kâh yüzeysel, ama bardağın şeffaflığını bozacak kadar da etkileyici anılar.
Simon De Beauvoir, tüm açıklığıyla yazdığı çocukluk anılarının ardından elli yaşındayken kaleme aldığı ve J.P. Sartre ile geçirdiği yılları anlattığı kitabında “Benim yaşantım Jean-Paul Sartre’ın yaşantısına sımsıkı bağlıdır; ama o, kendi hikâyesini size kendisi anlatsın, ben ondan kendi yaşantımı etkilediği ölçüde söz edeceğim, daha fazlasına el uzatmayacağım.” diyecek kadar sınırlarını belirlemiş.
Birbirlerine esir muamelesi yapmadan yaşamışlar otuz yıllık aşklarını. Özgürce… Kimi zaman kıskançlık girmiş kalbine De Beauvoir’ın. Ama vazgeçmemiş Sartre’dan. “En iyi dostum” dediği Sartre ile birlikte dünyayı tanımış. Kırklı yıllarda dünyayı sarsan siyasi olayları ve II.Dünya Savaşı’nı kol kola atlatmışlar. Ama hiç bir zaman Sartre’a yük olmamış.
“Ben sol eğilimli bir kadın yazarım, bazı şeyler söylemeye, bazı gerçekleri dile getirmeye çalıştım ve özellikle kadının doğuştan esir olmadığını, erkeklerle eşit yaşaması gerektiğini öne sürdüm” diyerek kadının toplumdaki yerinin kapandığı küçük bir oda ve mutfak ile sınırlı olmadığının altını çizmek istemiş hayatı boyunca.
#bizimbuyukchallengeimiz da 3.madde, bir kadın yazarın 45 yaşından sonra yazdığı kitap oldu bu yılki okuma listemde.