Kalemi masaya koyup, arkasına yaslandı yaşlı adam. Ada’nın iyot kokusu geldi burnuna. Martıların çığlıkları yükseldi gökyüzünde. Sarışın bir kadın döndü köşeden, kırmızı bisikleti ile. Rüzgarda uçuşan eteklerinin altından biçimli bacakları göründü. Bronz Yunan tanrıça heykeli Hydra’da aşkını arıyordu. Sepetinden sarkan papatyalardan biri düştü tam önünde. Eğildi, aldı yerden. Bir süre baktı ortasındaki sarı kadife topağına. Parmağı ile okşadı dişli beyaz çiçeklerini. Kadının saçlarının arasında düşledi papatyaları.
Deniz fenerine kadar yüzdü adam ile kadın. Soluklanmak için çıktıkları dalgakıranın kayalıklarında şarkılar mırıldandı adam. Sonra öpüştüler. Dudaklarındaki tuzlu suyun tadını duydu yine yaşlı adam. Kadın, geceler boyu özlemini çektiği o dudaklardan dökülen nağmeleri dinledi.
Yaşlı adam masanın çekmecesinden bir albüm çıkarttı. Sayfaların bazılarında o kadını gördü. Birinde iskeleden denize ayaklarını sokan zarif siluet, dönüp el salladı. Şarkılarının ilham kaynağı…
Mektup kağıdının yanındaki, boşlukta sallanırcasına duran ellerine baktı yaşlı adam. Parmakları artık daha inceydi. Yıllar, ona bir ömür boyu yoldaşlık eden o naif ellerini, hoyratça törpülemişti. Epeydir kabullenmişti yaşlılığı. Seksen iki yaş, öyle yabana atılacak bir yaş değildi.
“Pekala Marianne, çok yaşlandık ve vücutlarımız ayrı düşüyor. Sanıyorum ki çok kısa bir süre sonra peşinden geleceğim. Biliyorum, ardında, sana öylesine yakınım ki elini uzatsan, elime ulaşabilirsin. Ve biliyorsun ki seni her zaman güzelliğin ve bilgeliğin için sevdim. Fakat bu mevzu hakkında daha fazla bir şey söyleme gereği duymuyorum. Çünkü her şeyi biliyorsun. Ama şimdi… Sadece sana iyi yolculuklar dilemek istiyorum. Hoşçakal eski dost, sonsuz aşk, yakında görüşürüz.”
Yaşlı adam mektubu son defa okudu. Katlayıp, ceketinin cebine koydu. Masanın üzerindeki lambayı kapattı. Ev karanlığa büründü. Odadan çıktı.
Peyman Ünalsın Gökhan