Çamların Gölgesinde

Ne kadar zaman oldu tam kestiremiyorum, ama yıllar sonra dede evinde olmam, hüzünle karışık heyecanlı bir mutluluk veriyor.

Bahçeyi ovadan ayıran büyük demir kapının önünde arabayı durduruyorum. Bahçe, Ağustos ayının kavurucu sıcağı ile alev alev yanıyor. İncir ve zeytin ağaçlarının tam karşısında, sıcağın buğulu görüntüsü altında sadece çatısını seçebildiğim iki katlı beyaz taş evin yanındaki iki çam ağacına takılıyor gözlerim. Arabanın kapısını açıp iniyorum. Bahçe kapısının iç tarafta kalan kilidinin dilini geriye çekiyorum. Kapı kilidinin çıkardığı ses, ağustos böceklerinin seslerini bölüyor. Kapıyı sonuna kadar itiyorum. Beni bekleyen bahçeye ve beyaz taş eve bakıyorum. Kısa bir iç çekişin ardından tekrar arabaya dönüyorum. Motoru çalıştırıp, kalbimin en yüksek perdeden çıkan çarpıntısını dinleyerek, beni eve ulaştıracak uzun, parke taşlı yolda arabayı yavaşça sürüyorum. Tekerlek seslerine derinden çocuk sesleri karışıyor. Eve yaklaştıkça sesler artıyor.

“Korkut, hadi aşağı gel top oynayalım!”

“Kırlangıçları izliyorum. Sonra oynayalım. Buraya kocaman yuva yapmışlar. Gelip sen de baksana Aydın.”

İncir ağaçlarının arasında dolaşmadığım günün diğer saatlerini, pencerenin geniş pervazına oturup, çevreyi izleyerek ya da o pervazın içinde resim yaparak geçirirdim. Evin en hoşuma giden yeriydi. Ev ahalisi beni aradığında, nerede bulacağını bilirdi.

Dedem, “bu çocuk ressam ya da mimar olmalı,” derdi. Keşke benim ve Aydın’ın mimar olduğumuzu görebilseydi.

O güzelim taş ev ne kadar yıpranmış. Baktıkça içim acıyor. İhmal ettik çok. Bahçıvanların eline terk ettik.

Evi, gölgesiyle serinleten çam ağaçlarına bakıyorum. Bir zamanlar dört tane ağaç vardı. Kaderlerine boyun eğip, sayıları ikiye düştü.

Dedem, bir kilisede mum yakar gibi, her doğan çocuğu için, evinin bahçesine bir çam ağacı dikmiş. Şimdi, ağaçsız, çorak toprakları düşününce, her yeni anne babanın doğan çocukları için birer ağaç dikmelerinin, o çocuklara sahip olmak için adak adayarak mum dikmekten daha hayırlı olacağına inanıyorum.

Babam, amcam ve iki halam için dikilen çamlar, onlarla birlikte serpilip büyümüşler. Aydın’ın sıcak yaz aylarında, hep o haşmetli çam ağaçlarının gölgesinde serinledik. Esintili akşamlarda dallarının arasında ıslık çalan rüzgârın sesini dinledik. Yağmur yağdığında toprağın kokusuna karışan reçine kokusunu çektik içimize.

Gençlik yıllarımızda, çamların destansı hikâyesine tanık olduk. Evi ihmal etmemizin bir sebebi de bilinçaltımızda yer eden o hikâyeydi belki de. Birbirimize itiraf edemediğimiz… Bakışlarımı zamanla aşık atan iki çam ağacından kaçırıyorum.

Çam ağaçları, adeta ithaf olundukları kişilerle bütünleştiler. Dört çocuğun değişik yaş evrelerindeki başarıları ile beslendiler. Nasıl ki onların başarıları, hayat coşkuları, çamlar için oksijen, su, gübre olduysa, ne yazık ki babamla amcamın ebediyete yolculukları da çamların hayat sularının kesilmesi oldu.

Destan daha bitmedi diyorum kendi kendime.

Ezan sesiyle düşüncelerimden kısa bir süreliğine ayrılıyorum.

Bahçede dolaşıyor gözlerim. Bahçıvan iki çam ağacının kaderine hükmedememişti, ama bahçe genel olarak iyi durumda. Yabani otlardan arınmış, evin giriş kapısının yanındaki iki toprak küp içine kırmızı sardunyalar dikilmiş. Neyse ki bahçeye zenginlik katan tarihi mermer kurnanın içine de çiçek dikmeyi düşünmemiş. Duvar dibinde dayalı duran sütun başlarını korkuyla süzüyorum. Motiflerin aralarını biraz yosun bürümüş sadece. Hatırladığım kadarıyla böyle üç adet sütun başı vardı bahçede. Babaannem ve dedem, evi yaparlarken hiç birine dokunmamışlar. Nasıl buldularsa öyle bırakmışlar. Yaz olup da okullar kapandığında ve onları ziyarete geldiğimizde, dedem bizi karşısına alır ve bu toprakların zenginliğini, evin bahçesinde, yüzyıllar öncesindeki sahiplerinden bize miras kalan bu kurnaya, sütun başlarına, tarihi değerlerini anlatarak sahip çıkmayı öğretirdi. Bugün tarihe, tarihi eserlere ilgi duyuyor, onları koruyup kolluyorsak, bunda dedemin rolü büyüktür.

Annem kuzinenin bir gözünden çıkarttığı közlenmiş patatesleri tabağa alıyor. Diğer gözden tepsi içinde kuzu etleri çıkıyor. Terası kaplayan leziz kokular büyük ziyafetin habercisi. Köpüklü yayık ayranını bardaklarımıza boşaltıyor annem. Daha yemek yemeden ayranları içip bitiriyoruz. Dudaklarımızın kenarlarında biriken beyaz köpüklere bakıp gülüyoruz.

“Ayranla şişirdiniz karnınızı. Yemekler bitmezse gelincik şurubunu da unutun.”

Sabah erkenden kalkıp gelincik toplardı annem. Biz uyanmadan şurubu hazırlardı ki, günün en güzel saatinde buz gibi içebilelim. Güneşin toprağı kavurduğu saatlerde, ağustos böceklerinin sesi sıcak dingin sessizliği delerken, verandada oturur gelincik şurubumuzu yudumlardık.

Üzüm salkımlarının arasından bize ulaşan güneş ışınlarını arıyor gözlerim. Bizimle kalan çamların gölgesinde, üzüm salkımlarını göremiyorum artık. Ne de bahçede kurumaya bırakılan incirleri.

İkindi güneşiyle eve düşen gölgeleri yakalıyorum. Arabanın bagajından fotoğraf makinemi çıkarıyorum. Kadrajımda, albümlerimizde sakladığımız siyah beyaz fotoğrafların imgeleri canlanıyor. Yıllara direnen çamların ve beyaz taş evin poz poz fotoğraflarını çekiyorum.

Peyman Ünalsın

Gece Kuşları

Nighthawks - Edward Hopper

Nighthawks, 1942 – Edward Hopper

Her sabah yataktan ağrılarla kalkmak, her an düşme endişesiyle yürümek, uyanır uyanmaz gözlüklere sarılmak ve lâyıkıyla duyamamak beni kahrediyor.

Hele Leyla’mın gidişinden bu yana, yalnız geçen yaşlılık katlanılmaz bir hâl aldı. Bir gece, nefesi nefesime karışırken, aniden duran kalbinin sessizliğiyle uyandım.

Dün, ortanca torun Can “Dede, senin şu çok sevdiğin ressam var ya, Edward Hopper, yarın Pera’da sergisi başlıyor,” deyince kalbim kanatlandı.

Bu sabahki neme rağmen, Leyla’mla buluşmanın heyecanı romatizma ağrılarımdan baskın çıktı.

Sevgilisiyle ilk randevuya giden delikanlı edasıyla geldim Pera’ya. Önce bütün tablolarını görüp, en sona, içinde hep kendimizi gördüğümüz Nighthawks’u bırakacağım.

Genç olsam basamakları ikişer ikişer çıkardım. Mecburen asansörü bekliyorum.

Tüm tablolarını hal hatır sorarcasına itina ile seyrediyorum. Nighthawks beni üçüncü katta bekliyor. Hem de ne beklemek! Tam karşısına kırmızı kadife puf koymuşlar. Oturup, doyasıya izleyeyim, gençlik yıllarımızı yâd edeyim diye.

Gözümün kenarında biriken iki damla yaşı, berraklığı gitmiş, sulu, yaşlı gözüne yoracaklar.

Leyla’m ile ‘80’de New York’taki sergide tanıdık Hopper’ı. Tabloyu görür görmez “Amerika’daki ilk yılımızda biz,” demişti. 70’lerin başında Utica’ya sürüklemiştim onu da. Sadece beş yıl kalıp dönecektik. Güya… On üç yıl nasıl da geçip gitmişti. İlk yıl Leyla’m için zordu tabii. Ben üniversitede kendimi ispatlamak için gece gündüz çalışıyordum. Leyla’m, ikinci yıl ona da üniversitede açık kadro buluncaya kadar, ev hanımlığına soyunmuştu.

Evin birkaç blok ötesindeki Barnie’s’in müdavimleriydik. Ne kadar yorgun da olsam, elimdeki işleri bitirip, Leyla’ma değişiklik olsun diye gecenin bir köründe Barnie’s’e giderdik.

Tıpkı bu tablodaki gibi, biz barda otururduk ve brendilerimizi yudumlarken çakır keyiflerin dert ortağı Jack’le birkaç cümle alışverişinde bulunurduk.

Gecenin sessizliğini tek tük geçen arabaların motor sesleri bölerdi. Karanlık pencerelerin bazılarından nadiren de olsa soluk bir ışık taşardı sokağa.

Barda oturanlar da hep tanıdık bir sima olurdu. Bir akşam Elliot, bir akşam Matt… Üç beş kişiydik işte! Herkes kendi yalnızlığına dalardı. Issız, zifiri sokağı aydınlatan Barnie’s’in vitrinine oturur, geceyi kollardık.

Kocaman camekânlar bizi dışarıdan soyutlarken, sokak ile iç içe yaşatırdı. İlk bakışta, giriş kapısı görünmediği için de, sigara dumanından dingin bir dalganın koynundaki akvaryum balıklarını andırırdık.

Ella kulaklarımıza “I Love You For Sentimental Reasons”ı fısıldardı.

Leyla’mın da buna benzer kırmızı bir elbisesi vardı. İncecik belini sarardı. Eteklerini uçuşturarak Barnie’s’den içeri girerdi ve mekân can bulurdu.

Hep kol kola çıkardık Barnie’s’den. Kaldırımlarda adımlarımız yankılanırdı. Bir sonraki akşama dek, bar, boş süs vitrini olmaktan öteye gidemezdi.

Leyla’m ve ben birbirimize sımsıkı sarılarak, Utica’da geçirdiğimiz, vatanımızdan, yakınlarımızdan uzak yalnızlığımızı kabullenmek için geceleri sahipleniyor, Barnie’s’in “Gece Kuşları” oluyorduk.

Güvenlik görevlisinin sesiyle anılarımdan sıyrılıyorum. Müze kapanıyormuş. Kadife kırmızı puftan kalkıp asansöre ilerliyorum. Evime dönüyorum. Evimin gece kuşu olmaya.

https://www.youtube.com/watch?v=9GoB86xT0hM

Peyman Ünalsın