Her sabah yataktan ağrılarla kalkmak, her an düşme endişesiyle yürümek, uyanır uyanmaz gözlüklere sarılmak ve lâyıkıyla duyamamak beni kahrediyor.
Hele Leyla’mın gidişinden bu yana, yalnız geçen yaşlılık katlanılmaz bir hâl aldı. Bir gece, nefesi nefesime karışırken, aniden duran kalbinin sessizliğiyle uyandım.
Dün, ortanca torun Can “Dede, senin şu çok sevdiğin ressam var ya, Edward Hopper, yarın Pera’da sergisi başlıyor,” deyince kalbim kanatlandı.
Bu sabahki neme rağmen, Leyla’mla buluşmanın heyecanı romatizma ağrılarımdan baskın çıktı.
Sevgilisiyle ilk randevuya giden delikanlı edasıyla geldim Pera’ya. Önce bütün tablolarını görüp, en sona, içinde hep kendimizi gördüğümüz Nighthawks’u bırakacağım.
Genç olsam basamakları ikişer ikişer çıkardım. Mecburen asansörü bekliyorum.
Tüm tablolarını hal hatır sorarcasına itina ile seyrediyorum. Nighthawks beni üçüncü katta bekliyor. Hem de ne beklemek! Tam karşısına kırmızı kadife puf koymuşlar. Oturup, doyasıya izleyeyim, gençlik yıllarımızı yâd edeyim diye.
Gözümün kenarında biriken iki damla yaşı, berraklığı gitmiş, sulu, yaşlı gözüne yoracaklar.
Leyla’m ile ‘80’de New York’taki sergide tanıdık Hopper’ı. Tabloyu görür görmez “Amerika’daki ilk yılımızda biz,” demişti. 70’lerin başında Utica’ya sürüklemiştim onu da. Sadece beş yıl kalıp dönecektik. Güya… On üç yıl nasıl da geçip gitmişti. İlk yıl Leyla’m için zordu tabii. Ben üniversitede kendimi ispatlamak için gece gündüz çalışıyordum. Leyla’m, ikinci yıl ona da üniversitede açık kadro buluncaya kadar, ev hanımlığına soyunmuştu.
Evin birkaç blok ötesindeki Barnie’s’in müdavimleriydik. Ne kadar yorgun da olsam, elimdeki işleri bitirip, Leyla’ma değişiklik olsun diye gecenin bir köründe Barnie’s’e giderdik.
Tıpkı bu tablodaki gibi, biz barda otururduk ve brendilerimizi yudumlarken çakır keyiflerin dert ortağı Jack’le birkaç cümle alışverişinde bulunurduk.
Gecenin sessizliğini tek tük geçen arabaların motor sesleri bölerdi. Karanlık pencerelerin bazılarından nadiren de olsa soluk bir ışık taşardı sokağa.
Barda oturanlar da hep tanıdık bir sima olurdu. Bir akşam Elliot, bir akşam Matt… Üç beş kişiydik işte! Herkes kendi yalnızlığına dalardı. Issız, zifiri sokağı aydınlatan Barnie’s’in vitrinine oturur, geceyi kollardık.
Kocaman camekânlar bizi dışarıdan soyutlarken, sokak ile iç içe yaşatırdı. İlk bakışta, giriş kapısı görünmediği için de, sigara dumanından dingin bir dalganın koynundaki akvaryum balıklarını andırırdık.
Ella kulaklarımıza “I Love You For Sentimental Reasons”ı fısıldardı.
Leyla’mın da buna benzer kırmızı bir elbisesi vardı. İncecik belini sarardı. Eteklerini uçuşturarak Barnie’s’den içeri girerdi ve mekân can bulurdu.
Hep kol kola çıkardık Barnie’s’den. Kaldırımlarda adımlarımız yankılanırdı. Bir sonraki akşama dek, bar, boş süs vitrini olmaktan öteye gidemezdi.
Leyla’m ve ben birbirimize sımsıkı sarılarak, Utica’da geçirdiğimiz, vatanımızdan, yakınlarımızdan uzak yalnızlığımızı kabullenmek için geceleri sahipleniyor, Barnie’s’in “Gece Kuşları” oluyorduk.
Güvenlik görevlisinin sesiyle anılarımdan sıyrılıyorum. Müze kapanıyormuş. Kadife kırmızı puftan kalkıp asansöre ilerliyorum. Evime dönüyorum. Evimin gece kuşu olmaya.
Peyman Ünalsın
Çok güzel…
BeğenBeğen
Teşekkür ederim. Sizin yorumlarınız benim için çok değerli.
BeğenBeğen