
Başlığı Yanık Ülke diye atınca aslında ne kadar geniş bir anlamı olduğunu fark ettim. Çünkü Rutin Dışı yazı dizimiz kapsamında aslında Manisa’nın Kula ilçesini anlatmak istedim. Diğer adı Yanık Ülke. Kanımca günümüz Türkiye’sini de Yanık Ülke olarak adlandırabiliriz. Nereye baksak alev alev. Her mânâda.
Neden Yanık Ülke? Çünkü Kula, Karadivit Yanardağı’nın hemen yanı başında, dağdan fışkıran lavlarla örtülü topraklar üzerinde kurulmuş. Kula adını ise havası ve topraklarının bereketliliği yüzünden zengin bir kişinin hasta olan kızını buraya getirerek onun yaşaması için yaptığı kuleden dolayı aldığı söyleniyor. Bir dönem Bizanslılara aitmiş. O zaman adı Opsikion’muş. Malazgirt Savaşı sonrasında Türkmen beylikleri bölgeye geliyor. Germiyanoğulları Beyliği himayesine giriyor. Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın kızı, Yıldırım Beyazıt ile evlenince Kütahya ve çevresini çeyiz olarak Osmanlı İmparatorluğu’na veren Süleyman Şah Kula’yı beyliğin başkenti yapıyor ve burada yaşıyor. Onun döneminde bölge çok gelişiyor.
Ege’nin pek çok yerinde olduğu gibi Kula’da da epey kalabalık bir Rum nüfusu varmış. Onlardan kalan Rum Evleri ile Türk Evleri’nin iç içe geçtiği Kula mutlaka görülmesi gereken bir ilçe.

18. ve 19. yüzyıla ait Türk ve Rum evleri, ilçenin eski yerleşim bölgesini mimarî açıdan müthiş zenginleştiriyor. Daracık sokaklarda iki farklı kültürün izlerini o kadar net takip edebiliyorsunuz ki.
Türk Evleri ahşap ve kâgir. Büyük bir kapı avluya açılıyor. Giriş katları genelde mutfak, ahır, depo olarak kullanılıyormuş. Odalar evin üst katında yer alıyor. Mutlaka aşağıdaki avluya bakan hayat denilen yaşam alanları mevcut. Renkli vitray ve dantel gibi işli camlar yapıya zarafet katıyor. Pencerelerin kırık camlarından görünen ahşap oymalı tavanlar, günümüzün beton tek düze tavanlarının yavanlığını vah vah dedirtiyor.

Maalesef Türk evleri yapıldıkları malzeme itibariyle yıllar içinde daha çok zarar görmüş.
Rum evleri taş ve beton. Panjurları, ahşap kapıları zarar görmüş ama binaların ana gövdesi daha sağlam. Ahşap kapıları, kapı tokmakları, binaların dış yüzeyindeki işlemeler büyüleyici. Türk evlerinin ahşap oymalı tavanlarına renkli çiçek desenleri ile nanik yapıyor. Türk evlerindeki iç avlular yok Rum evlerinde. Beş altı tane merdivenle çıkılan kapıdan direkt evin içine giriliyor.

Daracık sokaklarda, Türk ve Rum evlerinin çatısı kardeşçe öpüşüyor. Eski zamanlarda birbirlerinin gölgesinden faydalansınlar diye evleri birbirine yakın yaparlarmış. Akşam üzerleri kapı önlerine atılan sandalyelerde elleri tığ tutan kadınlar, fasulye ayıklayanlarla ne muhabbetler döndürürmüş.
Rum evlerinde hemen hemen hiç hayat yoktu. Türk evlerinde, birkaç jenerasyondur oturan halkın maddi imkânları maalesef evlerini yenilemeye yetmiyor. Tarihi evlerin yenilenmesi için anıtlar kurulundan izin almak gerekiyor. Sonra da kurulun izin verdiği doğrultuda aslına uygun restore edilmesi. Bunların hepsi para demek. Evlerde yaşayanlar ortama ayak uydurmuş. Türk evlerinin ahşap kenarlı çatıları zarar görmüş. Genellikle üst katlar oturulacak gibi değil. Yaşayanlar alt kata ya da o katın sadece bir kısmına sıkışmış kalmış.

Evlerin açık kapılarından görünen avlularda yığın yığın eşyalar; tepsiye dökülmüş, güneşte kurumaya bırakılan salçalar, iplere serilmiş çamaşırlar, her an patlamaya meyilli bel vermiş çatlak duvarların önüne ‘aman gözüm görmesin’ dercesine dayanmış ayakkabı dolapları, dolaptan sarkan eprimiş ayakkabılar, merdivenler, arkasında ne olduğunu tahmin edemediğimiz iki bölmeyi ayıran tekli kornişe geçirilmiş basma kumaş, eski zamanlardaki gibi teneke kutulara ekili sardunyalar, cam güzelleri, demiri paslanmış üç tekerlekli bisiklet, selesi yırtık iki tekerlekli baba bisikleti, oraya buraya saçılmış terlikler, ayakkabılar. Evin içinden gelen yemek kokusu, kızaran yağın cızırtısı, TV’deki sunucunun hararetli konuşması. Hayat… İte kaka, sallan yuvarlan süren hayat. Evlerinin ölçümleri yapılmış. Hem de sekiz dokuz yıl önce. Yıllardır beklemelerine rağmen devletten bir kuruş gelmemiş. Öncelik camii ve kiliselerin.

Rumlar tarafından 1800’lerde yapılmış ve askerî kışla olarak kullanılan Zafer Okulu 1923 ile 1974 yılları arasında okul olarak kullanılmış. Sonra sağlam olmadığı gerekçesiyle boşaltılmış. Çıkan bir yangında tahrip olmuş. Bugün kısmen restorasyon yapılmış. Ama nedenini öğrenemediğimiz bir bekleme sürecine girmiş.
Muhtemelen devlet, Kula gibi tarihi ve turistik değeri olan beldelere maddî yardım yapmayı gerekli görmüyor. Oraya gidecek para ‘daha faydalı’ işlerde kullanılıyordur.
Bazı nüfuslu ailelerin konakları belediye tarafından restore edilmiş. Bunlar müze ve kafe olarak ziyaretçilere açık. Beyler Evi, Kestaneciler Konağı, Zabunlar Konağı, ki bu konak Anemon Hotellerine uzun süreli olarak kiralanmış ve Essanlar Konağı.

Bazı sokaklara girmeğe çekiniyorsunuz. Kucak kucağa binaların arasına çelik iskeleler kurulmuş. Binalar ayakta tutulmaya çalışılıyor. Aralarındaki çelik ağın üzerine damlardan düşmüş kiremit parçaları çekimser bir tehditle altından geçenleri süzüyor.

Kula halkı çok misafirperver, çok candan. Elimizde fotoğraf makineleriyle sokakları arşınlar, avlulara kaçamak bakışlar atarken yanımızdan geçenler ‘hoş geldiniz’ ile, ‘buyurun bir çay içelim’ ile konukseverliklerini gösterdi. Cumalıkızık’a gittiğimizde evlerin fotoğrafını çekmek isterken, o güzelim evlerin önüne çirkin tezgâhlarını açmış, türlü çeşit şey satan kadınların bizi azarladığını hatırlayıp, Türkiye’de hâlâ böyle insanlar olduğuna şükrettik. Küçük bir meydandaki evlerden birinden kocaman gözlerinin içi gülerek yanımıza koşan Abdullah ve kardeşi fotoğraf çekilmek için türlü akrobasi yarışına girdiler. Abdullah üst kata çıktı. Pencereden bize el salladı. Korktuk ya ayağı kırık bir ahşabın arasına sıkışırsa diye. Annesi ‘Bir şey olmaz, merak etmeyin. Alışık onlar,’ dedi. Onlar alışık, biz değiliz. Tatil dönüşü gonca gülüm Abdullah’a fotoğrafları gönderdi. Abdullah ‘teyzeme selâm’ demiş. Ne hatırşinas bir çocuk!

Sokaklar o kadar dar, evler birbirine o kadar yakın ki, aklıma bir seferinde Kavala’nın eski şehrinde bir yangında kül olan ev aklıma geldi. Kula’da da en korkulan şey yangınmış meğer. Çünkü itfaiye her sokağa giremiyor. Sokaklara vanalar koymuşlar. Daha doğrusu VANA tabelaları var ama biz vanaları göremedik. Soru işaretlerimiz kafamızda kaldı.

Hepsi olmamakla birlikte, volkanik toprakların tarımda, özellikle üzüm üretimindeki olumlu etkileri biliniyor. Bölgede her yer üzüm bağları ile dolu. Yanık Ülke şarapları bu volkanik topraklarda üretilip sofralarımıza ulaşıyor. Anemon Hotel zincirinin Villa Estet isimli bağ oteli var. Şarap tadım etkinlikleri yapıyorlar. Açık yüzme havuzu var. Restoranın atıştırmalık menü fiyatları bir kara tahtada yazıyordu. İstanbul’daki veya muadil bir tesisteki fiyatları düşününce bize gayet uygun geldi.

UNESCO Global Jeopark bölgenin volkanik dokusunu yakından görebileceğiniz oldukça geniş bir alana yayılan bir açık hava müzesi. Volkanik koniler, lav kalıntıları, hiç bilmiyordum, meğer Kuladokya diye, Kapadokya’daki peri bacalarına benzer kaya oluşumları yer aldığı Kuladokya, volkandan fışkıran lavların uzun yıllar içinde soğurken kasılıp daralması ile uzun altıgen sütunlara dönüştüğü bazalt sütunları, volkanik mağaralar gerçekten görülmeye değer.
Ülkemizde görülecek muhteşem yerler var. Bizim ağırlıklı olarak pazarladığımız İstanbul, Kapadokya, Efes, Mezopotamya, Likya yolu. Kula gibi aralarda sıkışıp kalmış ne yerler vardır kim bilir? Kula’da gezerken, burası bir Avrupa ülkesinde olsaydı, sokaklarından çıkmak istemezdik eminim. Bütün dünya akın ederdi. Sosyal medya yıkılırdı. Canım Kula, kaderine terk edilmiş, 800 derece ile fışkırıp şimdilerde soğuk kırılgan kaya parçalarına dönüşen lavların siyahına esir akşamlarında ıssız, sessiz.
Görmediyseniz şiddetle tavsiye ediyorum. Hem de hiç vakit kaybetmeden. Bizim görüp fotoğrafladığımız evlerin bazılarına internette rastladım. Daha bakımlı, daha diri duruyorlardı. Demek ki zaman onları oldukça yoruyor. Dizleri daha bükülmeden görün isterim. Ve çok üzücü ama müdahale edilmez ise, belki de on sene sonra hiçbiri kalmayacak.
Yunus Emre ve hocası Tapduk Emre’nin Kula’da türbe ve mezarı bulunuyor. Gerçi Yunus Emre’nin Türkiye’de farklı şehirlerde türbesi olduğu söylenir. Ancak Kula’daki türbenin gerçekliğini Yunus Emre’nin aşağıdaki dizeleri tasdikliyor sanki.
Hak bir mürşit verdi bana,
Kapısında öl dediler.
***
Ko beni yatayım Şeyhimin eşiğinde,
Dönmezem Şeyhimden yâne döneyim.
***
Bu dünyâdan gider olduk / Kalanlara selâm olsun,
Bilmeyen ne bilsin bizi / Bilenlere selâm olsun.