Eşeğin sırtında, aşağıya bakmaktan ürkerek, tepeye ulaşmaya çalışıyordu. Genç bir kızken birkaç defa ata binmişti. Hiç eşek tecrübesi olmamıştı. Ama kötü bir anısı vardı; sekiz yaşındayken köy hayatını tanımak için gittikleri okul gezisinde, sınıf arkadaşı Samet bir eşeğin peşine takılmıştı. Hayvancağızın kuyruğuna ip bağlamaya çalışıyordu. Epey bir süre tüm çocukların ilgiyle izlediği kaçma kovalama sahnesinden sonra eşek Samet’i tepmiş, Samet de ağlayarak öğretmenin yanına koşup eşeği şikâyet etmeye kalkmıştı. Öğretmen, zavallı hayvana eziyet ettiği için Samet’e kızmıştı. Öğretmenden yüz bulamayan Samet, küskün ağlamaklı bakışlarla, suratında kırmızı izle dolaşmıştı bütün gün. Hikâyeyi hatırlayan Ege’nin dudakları hafifçe kıvrıldı. Uçmasın diye bir eliyle şapkasını, diğeri ile eşeğin yularını sıkı sıkı tutmuştu. Sevdiği adam hemen arkadaki eşeğin üzerinden onu süzüyordu. Şimdiye kadar üstesinden gelemediği hemen hemen hiçbir şey olmamıştı. İçinden bu eşeğin üzerinde ne işim var diye küfürler de savursa, asla yenik düştüğünü dışa vurmazdı. Kocası da bu konuda ona güveniyordu. Bu hayvanlara acıyordu Ege. Her yük kendisi gibi ufacık tefecik değildi mutlaka. Günde kaç defa bu sarp yokuşu inip çıkıyorlardı kim bilir. Eşeklerin durumu vicdani duygularını uyandırmıştı, ama teleferiğe binmek için sıra bekleyecek sabrı yoktu. Çünkü bir an önce, turizm dergilerinde, reklam afişlerinde boy boy fotoğraflarının yayınlandığı, beyaz yapıları ve mavi kubbeleri ile ünlü bu sözde romantik adayı görmek istiyordu. Şehrin kayalara işlenmiş beyaz kesiti şu an için hiçbir şey ifade etmiyordu. Üstelik limandan tepedeki şehre yaklaştıkça bir iki katlı binaların yalınlığı, göz ucuyla gördüğü çorak arazilerin çokluğu, Santorini hakkında arafta bırakıyordu Ege’yi.
Romantik hikâyeler duymuştu. Süt beyazı fotoğraflarda parlayan mavi kubbeler görmüştü. Çaktırmadan seviyordu romantizmi. Siyah bir kutunun içinden fırlayan rengârenk tüylü bir eldivenin suratına çarpması gibi değildi aradığı romantizm. Hiç beklemediği bir anda, usulca gelmeliydi.
Eşek son bir hamle ile parkuru tamamladı. Artık tepedeydi. Hediyelik eşyalar satan bir dükkânın köşesinden kıvrılan insanlara bakılırsa şehrin girişi oradaydı. Gittiği her Yunan adasında gördüğü hediyelik eşya dükkânlarından, sokaklarından farkı yoktu; mütevazı, kendi halinde bir ada.
Dar sokak boyunca el ele yürümeye başladılar. Seyahate çıktıklarında, yeni şehirler keşfederken Can mutlaka karısının elini tutardı. Birbirlerini kaybederler korkusundan değil. Gezdikleri sokakları birlikte gördüklerini tenlerinin her bir hücresinde hissetmek için. Can sadece fotoğraf çekerken Ege’nin elini bırakırdı. Hissettirmeden çektiği fotoğrafların bir kısmında karısı başrolde olurdu. Tatil dönüşü hiç üşenmeden sadece Ege’nin fotoğrafları olan gezi albümleri hazırlardı. Tamamlandığında Ege ile albümlere bakmak dünyanın en keyifli işiydi.
Dar yolun bitiminde önlerine biraz daha geniş, ama bu sefer sahil boyunca uzanan kayrak taşlarıyla kaplı bir yol çıktı. Tam karşılarında beyaz ahşap çerçevelerine gerilmiş tentenin örttüğü minik bir teras vardı. Beyaz toprak saksıya dikilmiş zeytin ağacının koyu yeşili, terastaki tek renkti. Önce Santorini’yi dolaşıp, sonra da birer kadeh şarap içmeyi önerdi Can.
Fira’nın sahil boyu uzanan sokaklarına daldılar. Yol kimi zaman sadece tek kişinin yürüyebileceği kadar daralıyor, kimi zaman ise genişleyip, alçak geçitlerle kavisler çiziyordu. Tepeden Kiklad Adaları, anahtar deliğinden görünen dünya şaheseriydi. Aşağıda demirlemiş, yolcularını unutulmaz bir ada gününe teslim eden gemiler, limana konuşlanmış martıları andırıyordu. Deniz, masmavi gökyüzü ile arasındaki sis katmanı altında lacivert kadife kumaşıydı şimdi.
Duru beyaz bir şehirde göze batan begonviller, ya da daha sade çağrışımlar sergileyen sukulentler oraya buraya serpiştirilmişti. Aniden karşınıza çıkan mavi kubbeli kiliseler, denizin lacivertiyle ahenk içindeydi.
Mavi, turuncu, sarı renkli binalar şehrin yaramaz çocukları olarak, bulundukları tepelerden muzipçe gülüyorlardı. Satır aralarındaki sevgi sözcükleri gibi kayalara asılı terasların şık havuzlarında birbirine sevgiyle bakan gözler birleşiyordu.
Ege ve Can gidebilecekleri en son noktaya kadar yürüdüler. Fira geçit vermediğinde Oia’ya uzandılar el ele. Güzel bir müzikle girdiler şehrin meydanlarından birine. Gitar çalıp söyleyen gencin sesinde Stavros Xarhakos’un buğulu nağmelerini hatırladılar. Durup, dinlediler bir süre. Sözlerini anlamasalar da içli bir duyguyu paylaştılar. Şimdiye kadar gezdikleri Yunan Adaları’ndan, şehirlerinden farklıydı Santorini. Volkanik Ada işte deyip de geçilmeyecek tarzda, çok elit, şık, özenli, yapay olmaktan uzak, sıcak, karakteristik.
Fira’da yorulmuşlardı. Oturup soluklanmak istedi Ege. Can izin vermedi.
“Hadi gel, birazdan oturur bir yerde güzelce şarabımızı içip, dinleniriz. Oia’yı da bitirelim.”
Ege külçe gibi ağır, kocasının eline asılmış, adeta sürükleniyordu. Bu manzarayı kaçırmak istemiyordu. Adanın, methini duyduğu şaraplarından tatmak, kalamar yemek istiyordu. Belki de ilk defa bir Yunanistan seyahatinde uzo içmemişti. Şaraplar o kadar lezizdi ki.
Yamaca sıralanmış birbirinden güzel otellerin, evlerin teraslarında dekor amacıyla sergilenen lavanta ekili at arabasıyla, kocaman kaktüs saksılarıyla, beyaza ritim katan ateş kırmızısı sardunyalarla Ege’nin fotoğraflarını çekiyordu Can. Beyaz elbisesi ile Ege, Santorini’nin bir parçası gibiydi. Kocasının beyaz elbisesini çok beğendiğini biliyordu. Ama neden bugün onu giymesi konusunda bu kadar ısrarcı olduğunu anlamıyordu. Beyazlığın içinde adeta soyutlaşmıştı.
Panagia Kilisesine doğru giderken sol tarafta kalan sanat galerisini gördü Ege. Sadeliğine hayran kaldı. İnsanın gözünü yoran hiçbir fazlalık yoktu. Dış cephesinde duvara asılı birkaç resim, birkaç sade koltuk… Resimlere baktıktan sonra bir kadeh şarap içmek isteseydi, galerinin sahipleri ne derlerdi acaba? Can’ın sıcak elini elinde hissetti. Galeriye sürüklüyordu onu. Çok defa aynı anda, aynı şeyi düşündüklerini fark etmişti. Yine aynı şey olmuştu.
Galeriden içeri girdiler. Dışarıdaki yalınlık, içerde de aynı şekilde devam ediyordu. Galeride sergilenecek tabloları da, şehrin dokusuna uygun seçtiklerini düşündü Ege. Can elini bırakmamıştı. Yandaki odaya götürdü onu. Diğeri kadar aydınlık ve ferahtı. Her taraf çiçeklerle süslenmişti. Diğer taraftan açılan bir iç kapının kolu hareket etti. Kapının açılmasıyla tanıdık simâlar ve hemen arkalarından salona giren ciddi tavırlı, takım elbiseli adamı gördü. Gözleri ışıldadı. Yasemin ve Cüneyt ona kocaman bir ayçiçeği buketi uzattılar. Can elini daha sıkı tutuyordu şimdi.
Evliliklerinin otuzuncu yılını bembeyaz bir şehirde, hayran oldukları bir galeride, birkaç sevdikleri dostla kutluyorlardı. Romantik şehre, hakkını iade etmişlerdi.
Peyman Ünalsın Gökhan