Rutin Dışı / 8: Mevsimsel

Photo by Korkut Gökhan (Gonca Gül)

Önce fotoğraftan başlayayım. Çok sevdiğim bir sonbahar fotoğrafıdır. Solda babam, henüz desteksiz yürüyebiliyorken, zihni ihanet etmeye başlamadan. Sağda Emre, henüz zihninde askerlik düşüncesi oluşmamış, önce basket antremanına gideyim de ödevleri bir şekilde yaparım kafasında. Yer; Atatürk Arboretumu.

Sabah pek de parlak başlamadı. Birkaç gündür üzerimde bir ağırlık var gerçi. Sebebini biliyorum. Kendi kendimi yatıştırmaya çalışıyorum. Kendimi kitabıma, filmlere, dizilere vermeye çalışıyorum. Belki biraz fazla hassasım. Kim bilir? Belki mevsimsel. İçimdeki kıpırtıyı dizginlemeye çalışıyorum. İyi düşün, güzel düşün, amaan koyver gitsin, daha önemli şeyler de var hayatta, bi sakinleş, aç Nilüfer’in önerdiği diziyi izle, otur balkonda kahveni iç, bak Eylül geldi atölyeler başlayacak…

İşle ilgili bir meseleye taktım kafayı. Nasıl ki bukalemun dilini uzatır ve avını hiç affetmez, elimi attığım iş benim olsun istedim galiba. Ama dilim bu defa yörüngeyi şaşırdı. Av kaçtı. Deli miyim? Ben hiç kariyer yapayım diye debelenmedim. Sorumluluk bilinciyle gece gündüz fokurdayarak çalıştım, aldığım her görevi başım dik tamamladım, teşekkürler aldım ama on sene sonra şurada olacağım gibisinden hedeflerim olmadı. Yaş kemâle erdi, bana tuhaf şeyler oldu. Yüreğim genç olduğunu varsayıyor. Canım yavrum ikinci emeklilik geldi, gelecek sen neyin hırsındasın derler adama. Kimseye bırakmayacağım bu zevki ben kendime söylüyorum. Neymiş, işi başkasına kaptırmışız. Bizden teklif bile almadılar, huuuu!

Sonra sabah instagramı açtım. Rutin Dışı’ndan bildiren sevgili Özge ‘nin bir akşam önceki Scott Bradlee’s Postmodern Jukebox konserinden kanımı kaynatan, gevşemiş cıvatalarımı sıkıştıran, atmış şalterlerimi onaran paylaşımını gördüm. Enstrümanlar, damarlarımda akan kanın ritmini kontrol atına alıyor, hızlandırıyor, kalbime bir kan hücum ediyor ki bir anda düşüncelerin ağırlığı altında kıvrılıp bükülen omurgam dimdik oluyor. Stresten balyoz yemişe dönen boyun kaslarım gevşiyor. Yemişim giden işi! Sağlığım olsun, keyfim yerine gelsin. Üç günlük dünya. Zaten ona üzül, buna sıkıl, şundan dertlen, bundan yakın… Günümün geri kalanını iyi geçireceğim diye kendimi teskin ediyorum. Size de olur mu bilmem; çok daraldığımda aklıma yapacağım süper verimli aktiviteler gelir ve serum yemiş gibi olurum. İşte o an! Aklıma neler geliyor, neler. Önce eve gideceğim, yemeğimi yerken bir bölüm dizimi izleyeceğim. Beyond Goodbye! Sahne görselleri ayurvedik etki yapıyor, sakinleştiriyor. Aslında filmlerde görmeye alıştığım Japon filmlerinden daha farklı bir imaj yarattı zihnimde. Çok daha modern, daha batılı. Hikâye Kuzey Japonya’da, Hokkaido’da geçiyor. Nasıl bir cennet orası! Karakterlerin sık sık yaptığı tren yolculuğu esnasında o trene biniyorum, türlü çeşit ve yeşilin bin bir tonundaki ağaçların arasından geçiyorum. Başımı trenin camından uzatıyorum. Gözlerimi kapatıp o mis gibi havayı ciğerlerime çekiyorum. Ohhhh! Hafif başım dönüyor. E tabii, alışık değiliz bu kadar oksijene. Saçlarım rüzgârda uçuşuyor. Tren raylarında çıkan pat pat pat seslerine Shimaenaga kuşunun sesi karışıyor. Hokkaido’ya hoş geldin diyor o küçük yumoş pamuk suratıyla. @Nilüfer haklısın, Beliz Hoca’nın kulaklarını ben de çınlattım. Cafe Maru; Maru çember, yuvarlak demekti, çemberden yeniden buluşmaya, hatta Saeko’nun çalıştığı kahve şirketindeki Bay Shinoda da eski kahve kavurma makinesi ile kaderin onları buluşturduğunu yani çemberin iki ucunun buluştuğunu söylüyor. Sanat ne mucizevi değil mi? Bir bilmece, bir oyun gibi. Film ya da kitap ya da bir dizi, bir tohumla doğuyor, sarmal bir çember düşleyin, döne döne tohumun çeperi genişliyor. Her turda yeni bir şey ekleniyor. Bir atom çekirdeği gibi, yörüngeleri ve elektronları ile bir bütünü oluşturuyor. Mükemmel!

Bu dizinin izleğindeki ana konu, yıllar önce Ayşe’nin Kitap Kulübü’nde okuduğumuz Canan Tan’ın En Son Yürekler Ölür roman konusu ile örtüşüyor. Kitabı, üyelerimizden sevgili Ayşen’im sunmuştu. Yaptığı inceleme ile ilgili yazı linkini buraya bırakıyorum.

Son günlerde izlediğim bir film de Güney Koreli yönetmen Kim Jee-Woon’un Karanlık Görev isimli filmi. Mubi’de izleyebilirsiniz. Ah Japonya! Beyond Goodbye’ı izlerken, Karanlık Görev ile kafamda yaratılan Japonya imgesinden nasıl sıyrılıyorum anlamıyorum. Oysa bu filmi izlerken Kore’de uyguladığı faşizm ile Japonya’ya başımı çevirmiştim. Kore 1910-1945 yılları arasında Japonya’nın sömürgesi oluyor. Film, 1920’lerin sonunda ülkelerini bu sömürgeden kurtarmaya çalışan Koreli direnişçilerin eylem plânları üzerine kurgulanmış. Gerçek olaylardan esinlenilmiş. Direnişçiler, bir zamanlar direnişçi olup da Japonya’nın baskısı ile Kore’deki Japon polis teşkilatına katılan yoldaşları ile yüz yüze geliyor. Gerçek ideolojinin ateşi asla sönmüyor. İntikam soğuk yenen bir yemeğe dönüşüyor.

Karanlık Görev / MUBİ

Durun burada bitmiyor! Eylül kuru, sarı kızıl yapraklarıyla atölyeleri, kitap kulüplerini getiriyor. Dün Karadankaçan Akademi günüydü aslında. Aslı Tohumcu önderliğinde biz, Pazartesi Cadıları, süpürgelerimize atlayıp kurmacanın sihirli, tılsımlı dünyasında son hız süzülüp, arada bir kitapta mola vereceğimiz altı haftalık çok heyecanlı bir yolculuğa başlayacaktık. Aslı Hoca bir cenaze sebebiyle şehir dışına çıkınca haftaya ötelendi. Olsun, bir hafta geç bitecek :))) Altı haftanın üçü yazma, diğer üçü Aslı Hoca’nın belirlediği üç kitabı okuyup üzerinde konuşma ile geçecek. İlk hafta yazma, ikinci hafta Edouard Louis’nin Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri kitabı incik cinciklenecek.

Bu ay, İstanbul Gönüllüleri Üsküdar Gönülden Gönüle Okuma Kümemizin 2025-2026 sezonu da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile açılacak. Cumartesi ilk buluşma. Romanda on üç estetik kategorinin incelendiği akademik okuma… Bu kitapta ben dil ve anlatımı sunacağım.

Kultura Litera Kitap Kulübü de bu ay başladı. Maalesef işten geç çıktığım için katılamadım. Ebru Ojen’in Et Yiyenler Birbirini Öldürsün kitabı, yazarın da katıldığı bir Gather-in platform toplantısında konuşuldu. Kitabı okuyamadım. Belki sıkıntı bendeydi. Başları fazla agresif geldi. Dayan, diren, olacak dedim, olmadı. Kütüphanede boynu bükük oturuyor. Belki bir gün… Hissedersem doğru zaman olduğunu… Okurum.

Yazıya başlarken Özge’nin paylaşımının beni etkilediğini söylemiştim ya, baktım Youtube’da grubun aşağıdaki videosunu buldum. Aynı değil ama belki enerjiyi siz de hissedersiniz.

Bugünlük kaçtım! Rutin Dışı bir yerden Rutin İçine geçip cumartesi ödevimi hazırlayacağım.

SAE bekle beni geliyorum!

Rutin Dışı / 2: Sanata Tutunmak

Rutin Dışı’nın bu haftaki ikinci yazısını haftanın yoğunluğu beni paralize etmeden hemen yazmak istedim. Üçe Allah kerim diyerek 🙂

Aslında bu hafta sonunu ev işi, pazar alışverişi yapmadan sadece kendime ayırmak istedim. Cumartesi tam da dilediğim gibi oldu. Önce Rutin Dışı yazısı, ardından Mikroscope.com için yazdığım kısa öykünün yenisi derken arkama yaslanıp derin bir ‘Oh’ çektim. Ne kadar olduğunu bile hatırlamadığım kadar uzun zamandır ilk defa kendime adanmış bir gün. Sonra alt katta oturan kayınvalideme kısa bir ziyaret, bir kahve, bin hikâye ve akşam kuzenle balkon sefası. Cumartesi gibi cumartesi.

Bu sabah erkenden kahvemi, kitabımı alıp balkona kuruldum. Kahve bitesiye Leylak Dalı’nın hediyesi Ruhlar Evi’nden birkaç sayfa okudum. Sonra bilgisayar başına geçtim. Rutin Dışı yazmaya niyetli ruhdaşlar kaleme klavyeye sarıldıkça dökülen yazıları okumak o kadar iyi hissettirdi ki bir anda başlayan yağmur, havaya karışan toprak kokusu… bu yılın bambaşka bir dönemine adım atmışçasına kıpır kıpır bir duygu ile kucaklandım. İçimden ığıl ığıl bir mutluluk aktı.

Sonra aklıma geçen ay gittiğim, Sumru Yavrucuk’un tek kişilik oyunu Shirley Valentine geldi. İngiliz oyun yazarı Willy Russel’ın tek karakterlik oyunu, Liverpoollu işçi sınıfından bir kadının rutinler üzerine kurulu yaşamından bir kesiti anlatıyor. İki çocuk yetiştirmiş, saçını evi, ailesi için süpürge etmiş Shirley Valentine sinir krizinin eşiğine yaslandığında bir arkadaşının birlikte tatile gitme teklifine kararsız kalsa da evet der. Ve özgürlük! Erken kalkmak yok, evde yemek yokmuş düşünmek yok, çamaşır, ütü, ah hele o toz almak yok mu, insanı tüketen işlerin hiçbiri yok. Deniz, kum, güneş.

Oyun 1989’da beyaz perdeye de uyarlanmış. Sumru Yavrucuk’a çok yakışmıştı bence bu karakter. Hem yönetiyor hem oynuyor. Uzun zamandır da sahneliyormuş. Bazı yorumlardan da ortaya çıkan, gündeme göre doğaçlama da yapıyormuş sanatçı. Daha önce izleyenlerin aktardığına göre bazı replikler yokmuş meselâ. Bazı yorumlar Yavrucuk’un abartılı oynadığı yönünde. Ben abartılı bulmadım. Enerjik buldum. Tek kişilik oyunları izlemesi zor olabiliyor. Oyuncunun bir rolden diğerine geçişi yoruyor. Sıkıyor. Ben hiç sıkılmadım. Uyuduğum tek kişilik oyunları bilirim. Sanatçısı ne kadar iyi olursa olsun.

Nerden aklıma bu oyun geldi diyeceksiniz. Epey uzun zamandır bu oyunda güldüğüm kadar gülmedim. Karnım kasıldı, gırtlağım neredeyse yırtıldı. Nasıl bir gülmek! Dolu dolu. Avaz avaz. Kahkahalarla. Oysa ortaokul, lise çağlarında güldüğüm, çok ve hep güldüğüm için azarlanan ve değişik bir kadın olan İngilizce hocam tarafından sınıftan çıkartıldığım bile oldu. Gülmek güzeldir. Gülmek mutluluktur. Gülmek sağlıktır. Şifadır. Gülmek bulaşıcıdır. Ha bir de esnemek bulaşıcıdır :))

Şimdi gülmüyor musun? diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Yoo, yine gülüyorum. Belki eskisi kadar sık değil. O zamanlar çocuktum, gençtim. Dert, tasa, keder yoktu. Büyüdüm. Benim için kederlenenlerin, tasalananların elinden aldım bu sorumluluklarını. Şimdi ben elimden geldiğince onları güldürmeye çalışıyorum. Bazen gizli gizli köşelerde ağlarken.

Eğitim, görgü başka bir şey. Matematik, fen, kimya, fizik, edebiyat ne kadar öğrenmiş olursa olsun, insan aynı oranda eğitim almış sayılmıyor. İstanbul’da her etkinlik her kesimin harcı değil artık maalesef. Bilet fiyatları aldı başını aya çıktı. Uzan uzanabilirsen. Keşke pek çok insan ulaşabilse. Sanat öğretisinden faydalanabilse. Ufku açılsa. Vizyonu genişlese. Yanlış intibalardan arınsa. Bakış açısı değişse. Sanata değer veren insanlardan bahsediyorum. Yoksa bir salona girip, kendisine telefonların kapatılması, oyun esnasında çekim yapılmaması söylenip de duymazlıktan gelen insanları kastetmiyorum. Onlar sanatın yüceliğini kavrayamamışlar. Sanata, sanatçıya saygıyı bilmeyenler. O akşam yine aynı ricalarla oyun başladı. Sonra bir noktada Sumru Yavrucuk “Niye çekiyorsun? Sana söylüyorum, evet sana. Eve gidip yine mi seyredeceksin? Burada seyret,” dedi. Hak verdim. Zaten oyun başlamadan hatırlatma yapılmış. Neden bu ısrar? Sanatçının konsantrasyonunu bozarım düşüncesi sıfır. Empati olmadığından. Bence Türk insanının, öğretimli, eğitimli fark etmiyor, genelinde empati yok. Bazen ben de akışa kendimi bırakıyor olabilirim. Bir boşluk ânı, stres yüklü gün beni kendime hapsediyor olabilir. Ama elimden geldiğince duyguları anlamaya, özümsemeye çalışıyorum.

Aslında bunlar hep aile denen o en küçük, en kıymetli toplulukta öğrenilen değerler. Eminim burada yazı yazan güzel kalpli kadınlar büyürken mutlaka ailelerinden kibritle, çakmakla, ateşle oynamanın tehlikeleri hakkında caydırıcı hikâyeler dinlemiş, ikazlar almıştır. Kendi çocuklarına da mutlaka bir defa bundan bahsetmiştir. Çünkü çocuklar meraklıdır. Araştırmacıdır. Kendi kendilerine deneyler yaparlar. Erkek kardeşim karıncalar için annemin parfümlerinden ilaç yapardı meselâ 🙂 Kardeşimin, parfümleri şakır şakır karıncaların üzerinde deneyeceği annemin aklına gelmemişti!!! Son günlerde gördük ki, kastî yapılmışların dışında, bu ikazlara maruz kalmamış, söndürülmeden doğaya atılan bir sigaranın, boş şişenin koskoca ormanı yok edebileceği, insan dahil, canlıları öldürebileceği öğretisini edinmemiş insan silsilesi ile çepeçevre sarılmışız.

Nerden nereye! Rutin dışı, rutin içi, konu dışı, konu içi… Velhâsıl kelâm gündemden uzaklaşmak sanatla mümkün. Bir tiyatro oyunu, bir film, bir kitap, sergi… Aklımıza mukayyet olmamız, ruhumuza sahip çıkmamız lâzım. He bir de böyle kolektif projelere katılmak!

Herkese enerjisi, kahkahası bol bir hafta diliyorum!