KAHVE SOĞUMADAN ÖNCE – Toshikazu Kawaguchi

Elimizde kitabımız, gazetemiz, dergimizle kafelerde oturmayı severiz. Bir keyiftir, kendimize sunduğumuz bir armağandır. Evdeki rutinden kaçıştır. Sosyalleşmedir. İçi yazma itkisi ile dolu olanlar için kast ajansıdır. Sağın, solun, hakkında yeni hayatlar kurgulayabileceğin insanlarla çevrilidir. Malzeme çoktur kısacası.

Alırsın kahveni, uzanırsın geçmişe. Yitirdiklerinin, ulaşamadıklarının, seni kıranların, mutluluktan çıldırtanların kulaklarını çınlatırsın. Şimdi, dersin, karşımda olsa, elini tutabilsem, tam ortamızda tüten kahvenin dumanı ardından yüzünü görsem. Nerede hata yaptığımızı sorgulasak, nasıl telafi edebileceğimizi, gelecekle ilgili plânlarımızı konuşsak. Karşımızda oturan kişiyi daha yakından tanımaya çalışsak. Anlamaya. Hislerine empati yapsak. Onu güldüren olaylara gülsek, ağlatanlarla gözyaşı döksek birlikte. Avutsak. Avunsak. Sırdaş olsak. Köprü olsak öğrendiklerimizle onun arasında. Öğrendiklerini serum yapsak damarlarımıza. Düşündükçe içimizi ısıtacak o ânı dondurabilsek. Sohbet koyulaştıkça kahvenin dumanı tütse.

Oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni Toshikazu Kawaguchi, o çok sevdiğimiz mekânları, kafeleri birer zamanda yolculuk kapsülü olarak düşünmüş. Oturduğumuz o küçük masalarda geçmişimizi defalarca toprağı eşeler gibi deşmişizdir. Hiçbir fonksiyonu olmayan “keşke” lâfını belki de ilk o minik masalarda kullanmışızdır. Geriye dönüp hesaplaşmalarımızı yapmışızdır da, o masadan kalktığımızda, yaşanmış hâlâ hatıralar sayfasından bizimle dalga geçmektedir.

Elimizden kaçırdığımız bir sevgiliye “dur, gitme” diyemediğimiz o âna dönmek isteriz.

Karımızın ya da kocamızın anlatmak isteyip de bizim onu dinlemediğimiz dakikayı yeniden yaşamayı dileriz.

Yıllar önce ebeveynlerimizle kopan ilişkinin merkezkaçından kurtulamayan kardeşe kavuşma özlemi dağ olur ezer yüreğimizi.

Doğmamış çocuğumuzla, yaşayamayacağımızı bildiğimiz yılların acısını çıkartırcasına, bir kere olsun karşılaşmayı hayal ederiz.

Aslında Kawaguchi, sevdiğimiz, bizim için değerli olan insanlarla yaşayacağımız anların kıymetini bilelim diyor. Tıpkı asıl lezzetini sıcakken alabileceğimiz kahve gibi. Fincandan incecik tüten dumanla sinüslerimize dolan mis gibi kahvenin başdöndürücü aromasıdır sevdiklerimizle geçirdiğimiz dakikalar. O keyif bitmesin isteriz. İkinci, üçüncü bardağı arzular gibi arzularız birlikteliğin saatlerce sürmesini. Duvarda asılı olan saat umurumuzda olmaz. Kawaguchi kafenin duvarına astığı üç adet saatle zamanın, yaşanmışlıkların, yaşananların ve yaşanacakların kıymetini vurguluyor. Geçmiş, şu an ve gelecek.

Kitabını okuyan beyaz, kısa kollu elbise giymiş kadın yerinden hiç kalkmadan oturuyordu. Kafenin zaman kapsülüne girmek için koyduğu kurallara uymamıştı, kahve soğuduğunda hâlâ geçmişteydi. Ve hep orada kalmıştı. Geçmiş, insanı mutlu eden ya da yüreği sızlatan bir anı olarak geçmişte kalmalıdır. Yaşananlardan ders çıkartabilir, kendimizi geliştirebilir, iyileştirebiliriz. Geçmişle, geçmişte yaşamaya devam edersek, zamandan ve çevremizden kopuk bir hayalet gibi bedenen varoluruz, ruhsuz, hissiyatsız.

Değerli Beliz Güçbilmezin Tersine Mühendislik tekniği ile tohumunu atmış Kawaguchi. Kıymet bilmek, ânı yaşamak. Metaforları da sıralamış; kaybetmek, yitirmek, soğuk kahve, unutmak, zaman, duvar saati, bağlılık, geri dönmek.

Kahve Soğumadan Önce, bir tiyatro oyunu olarak doğmuş, bir kitap olarak şöhretinin keyfini sürüyor. Tek mekânlı bir tiyatro oyunu izler gibi, keyifli bir öğleden sonra kahvesine eşlik edebilir “Kahve Soğumadan Önce.”

VEBA GECELERİ – Orhan Pamuk

Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere okuma ve okuduğumu tanıtma süreci epey uzun sürdü.

Temmuz’da başlayıp, Eylül ilk haftalarına kadar elimde aksesuar, aklımda hep bir meşguliyet oldu. Neler gördü bu okuma serüveni; orman yangınları, sel felaketleri, bunaltıcı sıcaklar, kuraklık, babamın zihin bunalıklığı, düşmeleri, büyük halayı kaybımız, kayınvalidemin düşüp başını yarması…

Pandeminin orta yerinde veba korkuları yaşattı. Tanıdığım en sevimli fareler Mickey ve sevgilisi Minnie Mouse ile kediyle oynayan fareye en güzel örnek olan Jerry’dir. Bunların dışında kalan fareler beni korkutur, tiksindirir. Covid-19 tehditleri devam ederken Minger Adası’ndaki veba tellalı fareler de korkularımı ikiye katladı.

Yaz sıcakları tahammül sınırlarımı zorlarken elimde buz gibi kavunlu votkamla sıcak kumlara uzanıp “veba da neymiş, dış mihrakların oyununa gelmeyelim sakın,” demesini beklediğim Vali Sami Paşa düşüncelerimi ters köşeye çarpıp karantina için kollarını sıvamıştı bile. Ben ise kurak bir Meksika kasabasında, nemli rüzgarın savurduğu kuru ot tomarının ayaklarına dolanmasıyla, zaman mefhumunu yitirmiş, daldığı siestadan sıçrayarak uyanan yapış yapış terli bir Meksikalı gibi, suratımı örten geniş kenarlı kocaman şapkamı geriye itip, bir gitarın tellerinde yankılanan Morricone melodisi eşliğinde okuduğum yerden devam ediyorum. Komutan Kâzım yeni Minger Devleti’ni kurmuş, balkondan halkını selamlamaktadır.

Anlatıcı tarihçi Mina Mingerli’nin, Osmanlı’nın 33. Padişahı V.Murat’ın kızı Pakize Sultan’ın Minger Adası’ndan ablasına yazdığı mektuplardan derlenerek yazdığı romandır. Söylerken bile roman içinde roman duruşuyla, gerçek ve kurgunun griftliğini tasdikliyor. Mina Mingerli, Mina Urgan’a âtıfta bulunurken Pakize Sultan tamamen Pamuk imajinasyonu bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.

Minger Adası, Orhan Pamuk’un uzun yıllar üzerinde yaptığı çalışmalarla, Akdeniz’de mitolojik bir ada gibi suyun üzerinde bitiveriyor adeta. Kalesi, meydanı, vilayet binası, sokakları, esnafıyla bir ada doğuruyor. İç içe yaşayan Müslüman, Hristiyan ve Ortodoks halk, adada baş gösteren veba sorunu ile kâh ona inanarak ve korkarak, kâh inanmadan, vurdumduymazlıkla direnmeye çalışır. Salgınla mücadele için saraydan görevli olarak gönderilen Bunkowski Paşa, tarihin gerçek kişisidir. Romanda bir cinayete kurban gider. Onun yerine Doktor Nuri atanır ve eşi Pakize Sultan ile Minger’e yerleşir.

Komutan Kâzım ise karantinaya karşı olan ayaklanmacıları bastıran ve Minger Devleti’ni kuran kahraman olarak çıkar karşımıza. Hayat hep talihsizlikleri sürmez önümüze. Bir yanda salgın, karantina, ölümler, sokakları kuşatan kanlı fareleri okurken diğer yanda aşkın soluksuz bırakan ince duygularını yaşarız. Komutan Kâzım ile karısı Zeynep’in aşkı veba çölnde açan çiçek gibidir okur için.

Gerçekle kurmacanın sınırları şeffaflaştıran birlikteliğini upuzun cümlelerle anlatmış Pamuk. Zaten yerlerde sürünen okuma konsantrasyonum hepten uçtu gitti. Cümlenin başıyla sonu arasında, bilmediğim bir Minger sokağında yittim gittim. Bol bol edilgen cümleler, çokça kullanılan “ve” bağlacı…

Belki ruh halimden kaynaklı ama ben bu kitabı Benim Adım Kırmızı kadar sevmedim.