Yaşamla Ölüm Arasında; 33 – Kjersti Skomsvold

Norveçli yazar Kjersti Skomsvold’un üçüncü romanı 33, durgun ancak bir o kadar da tekinsiz bir göle davet edercesine içine alıyor okuru. Daha derinlere gittikçe bizi neyin beklediğini tahmin edemiyoruz. Başımız bulanık suyun yüzeyinde temkinle ilerliyoruz. Her an gölün diplerinden fırlayıverecek, tabanı kaplayan balçık arasında yosunların, tanımadığımız canlıların bize hazırladığı sürprizi bekliyoruz.

Daha ilk sayfada ben anlatıcı K. “mutlu” sözcüğünü kullanmaktan imtina ederken “insanları ve hayvanları sevmediğimden yaşamak bana göre değil” diyerek şüphelerimizi haklı çıkartıyor. Ve varoluşçu endişeleriyle depresif bir metne doğru kulaç atmaya zorluyor.

Kjersti Skomsvold hakkında kitabın tanıtım yazısında okuduklarımızdan daha farklı bir bilgiye ulaşamıyoruz. 1979 Oslo doğumlu. Oslo Üniversitesi’nde matematik ve bilgisayar mühendisliği okuduktan sonra yine aynı üniversitede edebiyat okuyor. İlk romanı Hızlandıkça Azalıyorum 2009 yılında yayımlanıyor ve Norveç’in prestijli edebiyat ödülü Tarjei Vesaas İlk Kitap Ödülü’ne layık görülüyor. Kitap tiyatroya uyarlanıp sahneleniyor. 33, yazarın üçüncü romanı. Etkilendiği yazarlarla ilgili bilgiye ulaşamadım, ama anlatıcı karakterinin ismini sadece K. olarak kullanması ve varoluşçu iç monologları, melankolik dili ile bende Kafkaesk bir imge yarattı.

Karakterimiz K.’nın matematik öğretmeni olması, müntehir sevgilisi Ferdinand’ın arzusu ile roman yazma çabalarına girişmesi otobiyografik öğeler olarak karşımıza çıkıyor.

İskandinav edebiyatının mesafeli melankolik notalarını yakalıyoruz 33’te.

K. ruhsal sağlığı yerinde olmayan sevgilisi Ferdinand’ın Fransa’da intihar etmesinden sonra Norveç’e döner. Matematik öğretmenliğine devam eder. Ferdinand’ın ölümünü kabullenemediği gibi akciğer rahatsızlığı sebebiyle yaşamsal açıdan kendisi de risk altındadır. K. döngüsel zamanla anlatılan hikâyede, yaşamla ölüm arasında, bu dünya ile öbür taraftaki Ferdinand arasında git geli bol sorgulamaların fazlaca olduğu günler yaşar. Ferdinand, yaşamı göğüsleme gücü vereceğinden Samuel ile birlikte olması, bir çocuk doğurması ve roman yazması konusunda öbür dünyadan K.’ya telkinde bulunur. Bir konferans için gittiği İrlanda’da yazar Samuel ile tanışır. Samuel’in yazar olması da Ferdinand’ın öbür taraftan K.’ya ilettiği tetikleyici bir mesaj adeta.

Hikâyenin ana izlediğinde yitirilen sevgili ardından yaşama tutunma gücü veren eylemlerle hayatın devam etmesi ve bunun mücadelesi yatarken metaforlarla okuru ölümden sonra yeniden doğuşa götürüyor.

Romanın başından sonlarına kadar albatros kuşunun kanatlarında derin anlamı olan bir yolculuğa çıkıyoruz. Albatros kuşları, açık olduğunda üç buçuk, dört metreyi bulan kanat genişlikleri ile uzun süre kanat çırpmadan gökyüzünde kalabilirler. Yaşamlarının ilk senelerini yalnız geçirmelerine rağmen yeterli olgunluğa kavuştuklarında çiftlerini bulurlar ve ömürlerinin geri kalanını onunla geçirirler. Bir tek yavru yaparlar. Eşler birbirlerine karşı saygılıdır. Romanda bize yol gösteren albatros K.’nın yazgısını simgeliyor.

Ferdinand’ın çocuk konusundaki ısrarları K.’yı korkutur. Çocuk, yüklenmesi zor bir sorumluluktur. Bir albatros yumurtası ve kuluçka makinesi alır. Yavru doğduğunda ona çocuk adını verir. Çocuk yaşamı, yeni hayatı simgeliyor.

K., sevdiğini elinden alan Tanrı’yı, kadını, sadistçe, bacaklarının arasından kan gelen bir canlı olarak yarattığından dolayı sorgular. Ferdinand’ın ölümü sonrasında yaşamsal değeri tartışılmaz organları, akciğerleri için transplantasyon beklemesi de K.’nın yaşadığı büyük kaybın metaforu olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü akciğerler, antik Yunan’dan bu yana melankolinin bedensel olumsuzluklarını yansıttığı, üst karın ve göğüs bölgesini kapsayan bedenin orta bölümünde yer alır.

İskandinav edebiyatının olmazsa olmazı niteliğindeki toplumdan kopan bireyler Skomsvold’un romanında da karşımıza çıkıyor. K. intihara meyilli bir grup öğrenciye matematik öğretmeye çalışırken doğum günü olduğunu söylediği öğrencileri bir ağızdan “İsa’nın yaşındasın” diye bağırarak K.’nın, İsa’nın çarmıha gerildiği otuz üç yaşında olduğunu yüzüne haykırır. Evet, İsa’nın otuz üç yaşında çarmığa gerilmesi sonrasında yeniden doğuş sembolize edilmektedir. Yani K. ölmeyi beklerken yaşama kavuşacaktır.

Skomsvold sürrealist imgelerle okurun zihnini zorlarken ekspresyonist Munch ile empresyonist Monet üzerinden meselesini derinleştiriyor. Jinekolojik muayene esnasında düşüncelerini okura aktaran K. empresyonist Monet’yi sevmediğini, buna karşılık ekspresyonist Munch’ın eserlerini özellikle Baudelaire’in şiiri için yaptığı çizimleri sevdiğini söyler. Munch perspektifini biraz daha genişletirsek Norveçli ressamın Çığlık isimli tablosunun, sanat tarihçisi Jill Lloyd tarafından tarihte bir değişim anını özetleyen eserlerden biri olarak nitelendirildiğini söyleyebiliriz. İnsanın, 19. yüzyılda kendisini rahatlatmış kesinliklerden arındığını ifade eder. Tanrı, gelenek ve görenekler, alışkanlıklar yoktur artık. Anlamadığı bir evrenle ancak panik duygusuyla ilişki kurabilen, varoluşsal bir kriz halindeki zavallı insanı temsil ettiğini söyler.*

Skomsvold sadece sanat üzerinden değil, renk teması üzerinden de K.’nın acısını, içsel çöküntüsünü, yalnızlığını aktarıyor.

“Samuel’in özlemi ya da bir gelecek özlemi, geçmişe yaklaştıkça içimde giderek güçleniyor sanki; Ferdinand’ın ayaklarını boyayan ölümcül mavi bacaklarımdan yukarı tırmanıyor… Ferdinand’la beni birbirimizden ayırmak kolay değil, Ferdinand ameliyatla kendimden ayırdığımı sandığım, oysa hiç yanımdan ayrılmayan siyam ikizim.” syf.23

“Şimdiden sonra hemen her şeyin farklı olacağını anlamıştım, ama neler olacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu, her şey o kadar mavileşmişti ki.” syf.25

Mavi yalnızlığı, üzüntüyü, depresyonu temsil ediyor. Ferdinand’ın intiharı ile K.’nın içine düştüğü yalnızlık, depresyon, üzüntü.

“Anlamaya çalışıyordum, ama her şeye karşın iltihaplı yumru, saklandığım yerin duvarlarını sapsarı boyamıştı sanki.” syf. 25

“Acı, çaresizlik, hele de bütün o renkler, asla kaybolmayan sarı.” syf.43

Sarı acıyı, özlemi, melankoliyi simgeliyor. K. içine düştüğü yalnızlığın verdiği melankoliyle, özlemle nasıl baş edebileceğini bilmiyor.

“Kazadan önce sağ kolumun son yaptığı şey bir duvarı yeşile boyamak oldu, bana ormanı çağrıştıran o tuhaf renge.” syf. 43

Yeşil renk güven, huzur, umut demek. Yeniliği, gençleşmeyi, canlanmayı temsil ediyor. Samuel’in hayatına girmesi, akciğer transplantasyonu, çocuk dünyaya getirmek ve Ferdinand’ın yokluğunu kabullenmesiyle yeniden doğduğunu hisseder.

K. ve Samuel bir aile olmanın eşiğinde kendi aileleriyle anılarından bahsederken çocukları için daha bilinçli ebeveynliğin analizini yaparlar. Zira yaşanmışlıkları, korkularını perçinleyecek türdendir.

“Ben umursamıyorum ne gün doğduğumu kimsenin bilmemesini de umursamıyorum, belki de ayın on üçünde bir cuma günüydü.” syf.41

Samuel doğduğu günün ailesi için anlamını, İskandinav mitolojisinden on üçüncü sayının uğursuzluğuna yorulan bir olaya bağlar. Valhalla’daki akşam yemeğine davet edilmeyen 13. konuk olan Tanrı Loki, kör Tanrı Hod’un ökseotu uçlu okuyla barış Tanrısı Balder’i vurdurur. Tüm dünya kararır. Hatta İsa’nın çarmıha gerilmeden önceki son akşam yemeği de yine bir Cuma gününe denk gelmekteydi ve masada on üç kişiydiler.

K. ise ablası kadar güzel olmadığı için annesinin sevgisine mazhar olamadığından dem vurur.

“Ben biliyordum, böyle şeyleri bilirsin, istenmediğini anlarsın, çocukken tek istediğin şey odaya girdiğinde annenle babanın yüzünün aydınlanmasıdır.” syf. 45  

“ ‘Seni dinledim,’ dedi. Annemden hiç duymadığım bir cümle…” syf.83

Kjersti Skomsvold’un yüz on altı sayfalık bu yoğun, çok katmanlı romanı hakkında sayfalarca yazsak da magmasına tamamen ulaşıp ulaşamadığımız konusunda tereddütte kalıyoruz. Oysa Skomsvold, bir albatros gibi tek kanat vuruşuyla kilometrelerce yol almış.

*Kaynak: https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/03/160317_vert_cul_munch_ciglik

Yürek Dağlayan Bir Ağıt ‘Cevizin Şarkısı’ – Aslı Tohumcu

Aile seramik atölyesine benzer. Aydınlık, ferah, güvenli. İçine girdiğinde kalbini huzur kaplar ve ayrılmak istemezsin. Saatler geçer, anlamazsın. Seninle aynı atmosferi paylaşan heveskârlarla kurduğun sohbetlerde düşüncelerin zaman zaman çelişse de, sonuçta aynı emel için oradasındır. İyi niyetle, dostça, sıcak bir bardak çayın ortak keyfini sürersiniz. Çünkü amaç bellidir; mükemmeli yaratmak. Malzemeleri özenle seçersen ve elinin tüm marifetiyle yeteneğini itinayla işlersen ortaya hayranlık uyandıran ürünler çıkarabilirsin. Ama yok, işin içine, şeytan zalimliğiyle, hile hurda karıştırırsan, görünüşte sorunsuz, gel gör ki ergonomide kusurlu ürünler yaratırsın. Yavaş yavaş şekillenen her bir parçaya sevgiyle, hevesle, özenle muamele edersen baktıkça insanın içini açan, kullandıkça işlevselliğinden memnuniyet duyulan, iftiharla sergilenecek eserler çıkmaması mümkün değil.

Aslı Tohumcu’nun Ocak ayında İletişim Yayınları’ndan çıkan son romanı Cevizin Şarkısı’nda hikâye ettiği aile, oraya buraya savrukça fırlatılıp atılan, sevgiden uzak, hor kullanılan, bakımsız, kırık dökük seramik kap kacağın olduğu pespaye bir atölye misali. Kuruyup dökülen deri parçaları gibi soyulmuş evin duvarları, yivlerinden kurtulmuş dolap kapakları, parmaklarından sökülen tırnaklarına benziyor. Kasvetli, küf kokulu, eski püskü Aslı Tohumcu’nun yarattığı mekân. Bahçedeki ceviz ağaçları nesillerdir şahit orada yaşananlara, onların şarkısını söylüyor. Sufi anlatımında cevizin metaforik anlamına bakarsak aslında romanın adını ‘Hakikatin Şarkısı’ olarak da açıklayabiliriz. Tasavvuf edebiyatında çoğul çağrışımları var cevizin. Ağacın gövdesi insan bedenini simgelerken, meyvesi insanın kafasını, cevizin kozu insan beynini, zarı beyin zarını, içindeki yararlı içerik hikmeti, yağı da aklı temsil eder. Ayrıca ceviz nefsin de metaforudur. Mevlâna cevizi insan ve ölüm bağını anlatmakta kullanmıştır. Elli dokuz sayfalık bu incecik roman sembolleri, metaforları ile bizi araştırması son derece keyifli bir bilmecenin içine alıyor.  Çocukluğumuzun elma şekerlerinin tadını bulamıyoruz bu zifiri hikâyede. Zehir zemberek acı, yakıyor boğazımızı.

Karanlık, tekinsiz bir dehlize çeker gibi katıyor bizi o kötücül, kasvetli, acı dolu hava solunan evin içine. Büyük harfler bile önemini yitiriyor. Bütün sinirlerini uyuşturan, sadece şiddeti çağrıştıran, kan dondurucu, kendi uğursuz dünyalarına hapsolmuş kadınların dünyasına, ateşe atar gibi atıyor okuru. Üçüncü tekil şahıstan dinliyoruz, çünkü ne kadar gözü kara da olsa, hiçbir yaralı kuş anlatamaz hangi şiddet dolu acılara gark olduğunu, kanadını kimlerin kırdığını, yuvasını yaşanmayacak cehenneme döndürdüğünü, cesaret edemez buna. Sezen’le tanışıyoruz. Doğup, büyüdüğü, sakatlandığı evi kundaklayan Sezen. Evdeki kadınların en yüreklisi, en cesuru. Belki de en gençleri olduğundan cüret ediyor. Belli bir sosyo ekonomik statüye dâhil olan geleneksel aile yapısında kadınlar kocalarına karşı gelemez. Erkeğin sözü geçer. Kadın itaat eder. Kızları da tıpkı anneleri gibi ezilmeye mahkûmdurlar. Nesil değiştikçe kadınların bakış açıları değişmeye başlar. Ailenin kız torunu zincirin zayıf halkasıdır artık. Daha asi, daha gözü pek.  

Sezen, canlı cenazeye dönen, donuklaşan annesi Ayşegül, ölüm koktuğu için sarılıp öpemediği teyzesi Cemile, ailenin diğer kadınları kadar güzel olamadığı ve itibar göremediğinden hayal kırıklıklarının acısını annesini tetikleyerek yatıştıran teyzesi Elif ile salonun ortasına gömülü iki canavarın kokusunu genzine çeker. Okkalı bir tükürük savurur cesetlere. Zafer kazanmış bir eda ile geyiğe biner ve arkasına bakmadan gider. Geyik, arketipsel sembolizm açısından kişisel yolculuğuna çıkan Sezen’in Anima’sını temsil ediyor. Ve okuyacağımız hikâyenin dişil sembolü aynı zamanda. Farklı bölümlerde karşımıza çıkıyor. Hatta reenkarnasyonu bile çağrıştırıyor.

Aslı Tohumcu şu ithaflarla başlıyor romanına;

“bana bu hikâyeyi yazma cesaretini veren duygu’ya…

canavarlarından kurtulmaya çalışan bütün kadınlara…”

Duygu bu hikâyenin öznelerinden biri mi, şahidi mi, bilmiyorum. Her iki rol de taşınması ağır bir yük bence. Ama Aslı Tohumcu’nun en hassas olduğu yarasını kazımış, oraya zehrini akıtmış ve kabuğun altından böylesine masalsı bir roman çıkmış. Şiddet gören, tacize uğrayan, enseste maruz kalan, bıçak darbeleriyle vücudu delik deşik edilen, boynu kesilen kadınlar Tohumcu’nun meselesi. Romanlarında, öykülerinde kelimelerini o kadınların şerefine bir araya getirir ve okurken o kadınların duygudaşı oluyoruz.  

Ayşegül, Cemile ve Elif, Ayşegül’ün kızı Sezen’in yardımıyla anneleri Suzan’ı ve Muhtar Dedelerini öldürüp evin salonuna gömerler. Üzerine, anneanneleri Meryem’in bahçedeki ağaçtan topladığı cevizlerle boya hazırlayarak dokuduğu kök desenli halıyı sererler. Halı, romanın sembollerinden biri. Zira Meryem için esarete dönüşen evliliğin sıkıntısından kaçışı simgeliyor. Meryem attığı her bir ilmekle dertlerini sağaltır. Meryem özgürlüğü elinden alınan, yalnızlaştırılan, kıskanılan, horlanan, eve kapatılan eş.  Adını taşıyan kızı Meryem de çare olmaz içine düştüğü bunalıma. Bir gün, bahçedeki ceviz ağacına bir darağacı kurar ve salıverir kendini ipin ucuna. Acısına dayanamadığı hayattan kendini kurtarsa da, ikizi gibi benzeyen öksüz yavrusu Meryem mirasını devralır. Canavar, Meryem’e rahat vermez. Meryem’in de annesi gibi bir takım güçleri vardır. İnsanların başına gelecekleri görür, dertlere derman olur. Ama bu güçler sadece konu komşuya yarar. Ne kendinin ne kızı Suzan ile torunlarının kaderine hükmedemez.

Suzan, ailede dengesini yitirmiş tek kadın değil elbette. Tohum, habis bir tümör gibi ailenin kadınlarını kuşatır. Genetiğiyle oynanmış sebzeden farkı yoktur hiç birinin. Kiminin ağzı, burnu kalemle çizilmiştir. Mamafih gözlerinin feri söndürülmüştür. İfadesiz, bomboş bakar. Kimi güzellikten nasibini almamıştır ve fakat aklı hep hinliğe çalışır. En kötüsü, hepsi sorunludur. Sezen, üç kız kardeşi, anneannesi Suzan’ı öldürmeye ikna eder ama üzerine binip gittiği geyiğin gözlerinden bakan Suzan’a dönüşmesi an meselesidir. Ve ne yazık ki Ayşegül, Cemile ve Elif, babalarının bahçeye diktiği üç ceviz ağacının kökleri kadar birbirlerine bağlı değildirler.

Rüyaların ve büyülerin iç içe geçtiği bu tekinsiz mekânda simgelerin, mitlerin izini sürmeye var mısınız? Yürekte bırakacağı bukağıya dayanmak suretiyle!