
Yoğun iş günü bitmiş ben sürünürcesine eve gelmişim. ‘Kendine gel, bugün cuma’! diyen duşun ardından evde tek başınalığımı televizyon karşısında yenen bir yemekle neşelendirmeye çalışırken elim telefona gidiyor. Kendi telefonuma, kişisel olana. Çünkü bu hafta tam 3 telefonum var. Heeey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Çantada üç telefon taşıyan bir kadın aramızda. Belki başkaları da vardır. Ama bu benim standardımı aşıyor. Zaten bir tanesi ile bile konuşma, whatsapp mesajı, arada sırada sosyal medya ki onda da çok başarılı olduğumu söyleyemeyeceğim, alarm, notlar, fotoğraf makinesi kisvesinde kullanımı dışında pek alâkam yoktur. Incoming departmanının demirbaşı diğer iş arkadaşım bu hafta izinli ve onun da iş telefonu bende. Çok hoş! Bu hafta hunimi bir artırıyorum. Yoluma çıkanlar artırmasın diliyorum. Amen!
Evet, telefonu elime aldım, aaa o da ne? Neslihan beni etiketlemiş. Sicilya kıyılarından mis kokulu bir limon dalında, bir deniz kabuğu göbeğinde, bir şişe içinde gelen mesaj; hatırlanmak, aramızda ol çağrısı. Ne muhteşem bir duygu! Mavinin turkuaza döndüğü, yeşille coştuğu sulardan Rutin Dışı bir davet. Başlayalım, dedi. Davete icabet etmemek olmaz. İşte buradayım! Üzerimdeki yazma tembelliğini atmak için çaba göstereceğim a dostlar! Haftada üç. Yaparım, yaparım!
Pandemide ara verdiğim çalışma hayatım, 2022’de kendimi Karavan Turizm’de bulmamla derinliklere gömüldüğü toprağın altından bir fidan gibi fışkırdı. Ev Anadolu yakasında, üstelik de tren yoluna yakın, iş Osmanbey’de. Hâl böyle olunca Marmaray üstü metro, işe ulaşma metodum ilân edildi. Yol 1 saat 10 dakika falan sürüyor. Bu süreçte ben okuyorum, okuyorum, okuyorum. Arada sırada başımı kaldırıyorum. Aaaa o da ne? Etrafta her gün değişen ve artan bir insan kitlesi. Ne Ortadoğulu ne Avrupalı, ama batılı olmaya özen gösteren Türk halkının bir kesimi ile daha mutaassıp olan diğer kesiminin iç içeliği ucunda kaçık olan bir teğel dikişi gibi ayrılmış, araya başka renk ipe atılan teğeller kaynamış. Farklı renkler her zaman iyidir, tek düzeliği bozar ama bu sefer biraz sırıtıyor. Absürt bir karışım ortaya çıkıyor. Göz zevkinden geçtim, ruh zenginliğini zedeliyor. O yüzden başım hep kitabıma eğik. Ben mutluyum böyle. Ne kitaplar bitirdim! Kütüphaneleri bu yolda devirdim.
Neyse, Karavan günlüklerim, gençlerin sık iş değiştirme yöntemini deneyimleme denememle sona erdi. Moris Turizm’de başka bir sayfa açtım kendime. Oh, iyi de yapmışım, elime sağlık! İkisi de sektörün kadim taşları. Türkiye’ye yabancı döviz sokan, milli gelir katkı sağlayan sektörün kült acentaları. Ama Moris’de başka bir şey var. Bir kere o kadar renkliyiz ki! Farklı din, ırk zenginliğinin göbeğindeyiz. Bu topraklara ezelî beri kültür çeşitliliğini, batılı dokunuşu katan güzel insanlarla bezenmiş ortam. İstanbul’da turizm acentaları belli bir semtte toplanmıştır. Taksim – Osmanbey hattı üzerinde başınızı kaldırdığınız noktada her binada bir acenta vardır. Bizim ofis de Harbiye’de. Anadolu yakasından Harbiye’ye gitmenin en kestirme ve hızlı yolu da yine Marmaray ve metro ikilisinden geçiyor. Sürekli köstebek olma durumu. Yeraltı insanları. Karanlıkta bir ışık; insan. İstanbul’da yeraltı güzergâhı gibi çeşitli sanatsal çalışmalara tematik isimler üretebiliriz. Ama üç senedir İstanbul’un binlerce yıllık geçmişinin hatıralarını, tarihini biz ölümlülere aktaracak toprağın derinliklerine gömülü ‘birkaç çanak çömleğine’ teğet geçmek, üstelik de çoğunun, onların kıymetini bilemeyecek bir topluluk olduğunun farkındalığı beni beynimin ucundan ucundan kemirmeye başlamıştı ki, aklıma esen bir kararla bir akşam eve Kabataş’tan motorla geçtim. Ah o da ne? Yerin üstünde unuttuğum bir dünya! Başka güzellikte bir İstanbul. Bir tarafta güneşin kızılına sığınan Galata Kulesi, Altın Boynuz’u birbirine bağlayan cümbüşlü Karaköy Köprüsü, diğer yakada asırlara direnmeğe çabalayan, insanların hırsları ile kilise olmakla, cami olmak arasında bocalayan -bence ona en yakışan kimlik Atamızın ona atadığı ‘müze’ kimliği idi- Ayasofya, karşısında taklitlerini açık ara ezip geçen gönlümün tek altı minareli camisi Sultanahmet, her baktığımda bahçesinde uçuşan renkli tül elbiseleri ile cariyelerin, kaftanlı padişahların, nasıl taşıdıklarına hep şaşırdığım koca külahları ile yeniçerilerin dolaştığı, iktidar hırsına yenik düşmekten yırtıp hayatta kalmayı başaran sultanların bakımlı bahçelerinde, meşe, çınar ağaçlarının altında koşturduğu Topkapı Sarayı. Boğaza girmeye hazırlanan koca şileplere hoş geldin şehri İstanbul’a diyen, hakkında türlü efsaneler anlatılan Kız Kulesi’ne el sallayıp, Edirnekapı’daki adaşına, aralarına giren binlerce betona rağmen Üsküdar’dan selâmını gönderen Mihrimah Sultan Camii’ne, boğazın ilk göz ağrısı benim için ilelebet Boğaziçi Köprüsü kalacak olan inciye, sırtımda kalan Dolmabahçe Sarayı’na, İstanbul’un çoklu kalplerinden biri olan Beşiktaş’a gülümseyip Anadolu yakasının sınırlarına giriyorum. Çocukluk hatıralarımın unutulmaz garı Haydarpaşa tüm ihtişamı ve şıklığı ile orada işte! Son günlerde hakkında çıkan söylemlere içimden türlü küfürler edip, insanoğlunu, çok uzaklara gitmeme hiç gerek yok, zira ülkem dışında tarihine, affedersiniz kıçını dönen başka ülke bilmiyorum -burada da arap dünyası dışında diye araya bir parantez açıyorum- gözünü para bürümüş Türk insanını çözmeye çalışıyorum. Bir zamanlar semalarında devasa balonun rüzgârla salındığı bir başka kalbe ulaşıyorum; Kadıköy. Hızlı çekim video karesi gibi oradan oraya koşturan insanlar, rıhtımdan esip kulağıma gelen sokak müzisyenlerinin sesleri, balıkçıların çarşıdan yükselen gelgeli, Yeldeğirmeni’nin yağlıboya, ahşap, nakış kokusu, sokakları dolduran cıvıl cıvıl gençler, dededen toruna semtin bilindik esnafı, birleşik nizam, bazı odaları apartman boşluğuna bakan evleri…

Ne güzelsin be İstanbul! İnsanlarına rağmen güzel. Dirençli. Bazen yorsan da hep büyüleyicisin. Şaşırtıcı. Keşfedilmeye teşvikçi. Her dem uyanık, canlı. Hep veren ama hüsrana uğrayan güzel şehrim! Herkes geçici, tek sen kalıcısın. Sen yangınlar, istilâlar, savaşlar görmüş şehrim. Üzerinde farklı kültürlerden, dinlerden, ırklardan sayamadığım kadar çok insanın ayak izlerini taşıyan kadim şehrim. Yaşadıkları, zenginliği hor görülen, küçümsenen, yeşilinden arındırılmaya, suyu kurutulmaya çalışılan şehrim. Sokaklarını arşınlayan halkından daha çok kıymetini bildiklerini iddia eden ülkeler var. Orada aportta bekliyorlar. Senden yorulan, sıkılan halkını bir dirsek darbesiyle yerle bir edecek ve sana asırlardır sahip olduğun ‘Dünyanın Parlayan Yıldızı’ itibarını her dem yaşatacak yabancılar. Ama yağma yok! Seni kimseye bırakmayız. Sana gerçek ihtimamı gösterecek olduklarını bilsek de.

O motorla karşı kıyıya geçtiğimden beri yeraltına dönmedim. İşe motorla, vapurla, neye denk gelirsem, Kadıköy – Kabataş, Kadıköy – Karaköy, Kabataş – Kadıköy, Kabataş – Üsküdar hattında iyodun, mavinin, martıların, yelkovan kuşlarının, balıkçılların, karabatakların, tarihin bana kattığı, içinde coşkun yaşam iksiri barındıran tozcuklara bulanarak gidip geliyorum. Yanımdan geçen sembol vapurlara el sallıyorum. Güneşin sıcağını kıran hafif rüzgârın nefesiyle yıkanıyorum. Ruhuma ilâç!
İşte böyle! Yeni güzergâhım, Rutin Dışı yazı dizimizin ilk yazısı oldu. Yeni, hep yeni. Ruhumuza, zihnimize iyi gelen yenilere sarılalım.