Limon

Amalfi – Fotoğraf İnternet Arşivi

Anahtarı çevirip odaya giriyorum. Yüksek tavanlı, beyaz badanalı oda, öğleden sonra güneşi ile daha da aydınlık. Beyaz tül, meltemi arkasına katmış, oradan oraya uçuşuyor. Tıpkı duygularım gibi.

Hani bu benim en büyük hayalimdi? Neden biraz buruğum öyleyse? Aylar öncesinden bu seyahati plânladık. Eteğimde ziller çala çala gelmiş olmam gerekmez miydi?

“Üzgünüm, ama bu seyahate gelemeyeceğim. Sen bu fırsatı kaçırma. Mutlaka git. Daha sonra birlikte de gideriz.”

“Ama yalnız olmaz ki!”

“Yapacak bir şey yok maalesef. Ne zaman ne olacağı hiç belli olmayan bir işim var, biliyorsun.”

Daracık yollardan büyüleyici sahillere tek başıma inmeye, nefes kesen manzara karşısında tek başıma keyif yapmaya geldim. Amalfi sokaklarında tek başıma dolaşıp, yalnızlık acısı çekmeye…

Balkon kapısının ötesinde ne var ne yok, gözlerim kamaşarak seçmeye çalışıyorum. Güneş, kocaman bir ışık topu olmuş. İçine girersem, tamamen farklı bir dünyada gözlerimi açacakmışım gibi efsunlu halkalar yaratmış. Merakla balkona çekiyor beni.

Amalfi - Fotoğraf İnternet Arşivi

Amalfi – Fotoğraf İnternet Arşivi

Balkon demirlerine tutturulmuş saksılardan sarkan kırmızı sakız sardunyaları manzarayı çerçeveliyor. Bir arı kanat çırpıyor dalların arasında. Bahçelerden kopup gelen limon çiçeklerinin kokusu, terasta içilen espresso kokusuna karışıyor.

Dağlara sırtını dayamış rengârenk binalar Herkül’ün peri kızını korur kollarcasına sahili gözlüyorlar. Jakarandaların moru, begonvillerin fuşyası ve sardunyaların kırmızısı fışkırıyor yeşillikler arasından.

Odada kalırsam boğulacağım. Üstümü değiştiriyorum. Plaj çantamı alıp, şapkamı takıyorum. Dalgalı duygularımı odada bıraktığımı umarak sokağa çıkıyorum.

Parke taşlı sokaktan kırmızı bir Vespa geçiyor. Kız, erkeğin beline sarılmış. Konuşup, gülüşürken kaskları birbirine çarpıyor. Kızın boynundaki yeşil fular uçuyor. Başını geriye çevirip fuların arkasından bakıyor kahkaha atarak. “Bırak gitsin. Yenisini alırız,” diyor erkek. Kıskançlıkla bakıyorum arkalarından.

Sahilden konuşkan İtalyanların cıvıltılı sesleri geliyor. Aralarına karışıyorum. Meydana varan sokağın köşesinde seyyar arabada dondurma satan delikanlının yanına yaklaşıyorum. Küçük kazanda dondurmayı çevirip duruyor. Tek çeşit var; limon. İki top dondurma alıyorum. Mağazalar sattıklarından çok, estetik vitrin tasarımlarıyla ilgimi çekiyor. Sahibine küskün ev kedisi bakışlarıyla uzaklaşıyorum. Tuzlu su iyi gelecek, biliyorum. Plaja iniyorum. Bir şemsiye, bir şezlong, ufak bir sehpa… Üzerimdekileri çıkarıp uyuşukça denize yöneliyorum. Buhranımı daha da derinleştirecek açık denize bakmamaya çalışarak kıyıya paralel kulaç atıyorum. Uzun süre denizde kalıp, karar alıyorum;  ertesi gün Roma’ya döneceğim. Tek başına Roma’da birkaç gün geçer, ama Amalfi’de geçmez. Sudan çıkıyorum. Aldığım kararın rahatlığıyla şezlongda uzanıp kitap okuyorum. Bir saat kadar sonra sahilde insanlar azalmaya başlıyor. Baş başa yenecek yemeklere, geceye hazırlanmak için herkes oteline çekiliyor. Günün en sevdiğim saatleri. Güneşin yatık ışıklarıyla yıkanan denizi seyrediyorum. Sen de yanımda olsaydın keşke!

Amalfi - Fotoğraf İnternet Arşivi

Amalfi – Fotoğraf İnternet Arşivi

Plajdan otele yürüyüş yolunda, geçtiğim daracık sokakların, beni içine çekmeye çalışan birbirinden güzel evlerin keyfini çıkarmaya çalışıyorum.

“Buz gibi şarap var. Hadi siz de bize katılın! Yemek öncesi birer kadeh içelim,” diye sesleniyor otel sahibesi odama yöneldiğimde.

“Birazdan yanınızdayım,” diyorum gülümseyerek.

Duş alıyorum. Askılı desenli elbisemin üzerine şalımı atıp aşağıya iniyorum.

Mangal yanmış bile. Izgaranın üzerinde limon yapraklarına sarılmış Pecorino pişiyor. Servis masasında çeşitli deniz ürünleri ızgara yapılmak üzere sıralanmışlar. İnsan ömründe yaşanacak ender güzelliklerdeki akşamlardan birine, camekânın dışından bakıyorum. İçine girmek zor geliyor.

Yemeğin sonunda resepsiyon masasının üzerindeki zilin sesini duyuyoruz. Otel sahibi soru yüklü bakışlarla yerine geçiyor. Eşi “bu saatte kim olabilir ki” edasıyla omuzlarını silkiyor. Birkaç dakika sonra otel sahibinin yanında seni görüyorum. Ağladım, ağlayacağım. Hayatımın sürprizi! Artık camekânı aştım, akşamın içindeyim.

Amalfi - Fotoğraf İnternet Arşivi

Amalfi – Fotoğraf İnternet Arşivi

Limon ağaçlarının süzüp kulağımıza taşıdığı tarantella eşliğinde yudumladığımız espresso ve limoncello, Tiffany’nin mücevher çantasından fırlamış birer hazine oluyor gecenin koynunda.

Peyman Ünalsın

Cinema Paradiso

Palazzo Adriano

Karanlık çökmeden kasabaya varmam gerekiyor. Kırmızı Cinquecento’nun içinde hayallerine koşan bir gezginim ve tüm adayı baştan sona, bu küçük, şirin arabanın içinde uzun kilometreler kat ederek dolaşabilirim. Direksiyona kurulup, parlak kırmızının, Ortaçağ’ın tuğla yapılarıyla bezenmiş kasabalarında oluşturacağı tezatın tadını çıkartacağım.

Gideceğim kasaba, dalgalı denizde kâh görünüp, kâh saklanan bir gemi gibi, arada sırada ortaya çıkıyor. Yakın görünüyor gözüme.Geride bıraktığım virajlı yollar kasabaya kadar devam ediyorsa, daha en az bir saatim var demektir.

Camları sonuna kadar açıyorum. iPod’dan yükselen Ennio Morricone, Sicilya topraklarının ruhunu damıtıyor notalarda. Geçtiğim bazı köyler beni ürkütüyor. Fakirliği, insanlığın fakirlik karşısındaki acizliğini, hızlı çekim videoda izler gibi izliyorum. Sahip olamamanın verdiği çaresizlik yasadışı eylemlere dönüşebilir bu topraklarda. Ya da fakirliğe rağmen, bir yudum dostlukta mutluluğu tadan insanlara rastlayabilirsiniz. Şarkılar çalıp söyleyen, dans eden insanlar.

Fakirliğin, günahın sebebi bu “lanetli topraklar” kimileri için.

Cinema Paradiso

Ben dostluğun, aşkın izini sürüyorum. Hayatının ilk aşkını yaşayan gençlerin gözlerindeki pırıltıyı görmek amacım. Artık erişemediğimiz masum ilişkileri hatırlatır cinsten. Yağmurun altındaki kaçamak öpüşmelerin, tutku dolu mektupların arayışındayım. Kısaltılmış ve özelliğini yitirmiş kelimelerle dolu bir kısa mesaj mutlu etmiyor beni. Ya da küçük bir çocukla, bir yetişkinin, kocaman anlamları olan söz dizelerinin peşindeyim. Omzundaki, yüreği insanlıkla, iyilikle dolu babacan tavırlı bir adamın eliyle güven duygusunu hisseden çocuğun dünyasına girmek istiyorum.

Cinema Paradiso

Cinema Paradiso

Düşüncelere dalmışken, yolun nasıl bittiğini anlamıyorum. Palazzo Adriano’ya Hoşgeldiniz tabelasını görüyorum.

Dar, Arnavut kaldırımlı yolda yeşil, kahverengi panjurlu evleri seyrederek kasaba meydanına yöneliyorum.

Sokaklar tenha. Evlerden, İtalyanların hararetli konuşmaları çalınıyor kulağıma. Bir bebek ağlıyor avaz avaz. Sabrı taşmış bir anne yalvarıyor artık sussun diye. Tabak çanak sesleri duyuluyor. Kızgın yağa atılan sarımsakların cızırtısı ve kokusu sarıyor sokakları. Kimi maç izliyor belli ki televizyonda. Coşkulu İtalyan melodileri yükseliyor tenhada.

Tüm bu yerel tınılara, Mahmure’nin mekanik sesi katılıyor. “Yüz metre sonra sağa dön”, “Elli metre sonra dönel kavşaktan sola dön”, “Hedefe iki yüz metre kaldı”. Aslında onun sesini kesme vakti geldi. Ufacık kasabada Umberto I° Meydanı’nı bulmak zor olmasa gerek.

Hayranlıkla etrafı seyrederken dar yol, geniş bir meydana ulaşıyor. Ortadaki çeşmeyi tanıyorum. Salvatore’nin, sinemaya gitmek için harcadığı süt parasının yüzünden, annesinden dayak yediği yer burası. Arabayı meydanın ortasında durdurup iniyorum. Cinema Paradiso’yu arıyor gözlerim.

Derken meydanda koşturan “bu meydan benim” diye boğazını yırtarcasına bağıran adamı görüyorum. Mahallenin delisi, yabancı olduğumu anlayıp etrafımda tur atıyor. Korkmadım desem yalan olur. Kasaba lokalinin kapısında dikilen bir adam bağırıyor, “Hadi git, hadi! Onu rahat bırak.” Aynı sözleri tekrarlayarak uzaklaşıyor yanımdan.

Palazzo Adriano

Üniformalı bir adam yaklaşıyor bu sefer, “Hanımefendi buraya park edemezsiniz. Az ilerde sağda otopark var.” “Pardon, Otel Del Viale’yi arıyorum.” “Soldaki ilk sokaktan sapın, sağa dönünce yol üzerinde göreceksiniz. Ama orada otopark yok. Gösterdiğim otoparka bırakıp, yürüyeceksiniz.” “Teşekkür ederim.”

Arabayı, görevlinin gösterdiği otoparka bırakıyorum. Bavulumu alıp, otelin olduğu sokağa doğru yürüyorum. Küçük bir çocuk yaklaşıyor yanıma. Nasıl böyle mantar gibi yanımda bitiverdiğini anlamıyorum. Esmer, zayıf, boncuk gözlü çocuk bavuluma el atıyor. “Ben yardım edeyim size.” “Sağol, ama senin için ağır olabilir.” “Hiç de değil. Ben her gün film rulolarını taşıyorum kucağımda. Kocaman bir makinayı idare ediyorum.” Gülüyorum. Belli ki hayâl dünyası çok geniş. “Adın ne senin?” “Salvatore Di Vita”. Hayal dünyası geniş olan Salvatore mi, yoksa ben miyim, bilemiyorum.

Otele yürüyoruz yan yana.

Peyman Ünalsın