İkide Bir 6 / Bayramlar mı eskidi, bizler mi yaşlandık?

Amacı sebebiyle Kurban Bayramı’ndan hiç haz etmem. Neyse ki şehir içinde artık canhıraş katliam sahnelerine tanık olmuyoruz. Ama yine de sevdiğimi söyleyemem.

Yıllardır bayramlar bayram özelliğini yitirip tatil fırsatı oldu. 2025’e hızlı bir seyahat programı ile girsek de bayramlar bu furyanın dışında kaldı. Hayaller sahilde uğurlanan güneş, gerçekler beton yığını İstanbul. Senelerdir ilk kez her iki bayramı da şehirde geçiriyoruz. Kayınvalidemin bakıcısının iznine denk geldiğinden kahvaltıya bizim eve çıkarıyoruz. 11 kat aşağıda oturuyor. Sonra onu dinlenmesi için evine bırakıyoruz. Akşam üzeri alıp bu defa annemlere gidiyoruz. Akşam yemeğini mütevazı sayıdaki büyük aile topluluğumuz ile yiyip bayramın ilk gününü atlatıyoruz.

Annem hâlâ bayram öncesi temizlik, yemek hazırlıkları yaparak klasik bayram coşkusunu yaşıyor. Ben o coşkudan pek nasibimi almamışım. Bayram sabahı illâki İbo’nun Benim Balonlarım Vardı şarkısından ‘bayramlar mı eskidi, bizler mi yaşlandık’ mısrası gelir aklıma takılır. Ben yaş aldıkça bayramlar eski pırıltısını yitiriyor. Sanki her şeyin olduğu gibi bayramların da içini boşalttık.

Annem dün yine yemek hazırlıkları yaparken ben yarım gün işten sonra gonca gül ve küçük oğlumuzla Üsküdar Mengen Lokantası’nda öğle yemeği yedim. Mahallede yeni açılan minik bir cafe’de kahve içtik. Eve geldiğimizde saat epey ilerlemişti. Yedi buçukta Kultura Litera’nın kitap kulübü vardı. Hemen ona kaydoldum. Şule Tüzül’ün moderatörlüğünü yaptığı kitap kulübü yazar Oylum Yılmaz’ın da katılımıyla her ayın ilk Perşembesi yapılıyor. Bu ayki kitabımız Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler romanıydı. İmkân olduğunda kitapla ilintili bir de konuk oluyor. Dün akşam akademisyen Nilay Kaya bizimleydi. Bronte kardeşlere ve onların edebiyatına tutkun. Dolayısıyla da dün akşam bizi epey donattı. İki saat konuştuk ama sabaha kadar otursak daha da konuşurduk.

Küçük yaşta annelerini yitirmiş Bronte kardeşler. İki kız kardeşleri de küçükken gittikleri yatılı okulda sağlıksız koşullarda hastalanıp öte dünyaya göçüyorlar. Charlotte, Emily, Ann ve erkek kardeşleri Branwell Bronte, köyün papazı olan babaları Patrick Bronte ile yaşıyorlar. Aydın bir baba. Evde çok zengin bir kütüphane. Hatta Bronte kardeşlerin edebî gen kodlanmasının da anne ve babalarından geçtiği söyleniyor. Zira her ikisinin de yayımlanmış şiir kitapları varmış. Kardeşler kendi aralarında şiirler, hikâyeler yazarak zaman geçiriyorlar. Gondal isminde, harikulâde hayalî bir krallık bile kuruyorlar. Öyle bir krallık ki kral siyahi. Sonra kardeşlerden ikisi, diğer ikisi ile muhalefete düşünce Gondal’ın tam tezatı, distopik Angria krallığını kuruyorlar. Gerçekten çok yaratıcı kardeşler. 19. yüzyılda bu hayal gücüne sahip olmak takdire şayan.

Erkek kardeş Branwell bronşit yüzünden hayatını kaybediyor.

Charlotte Bronte Profesör, Emily Bronte Uğultulu Tepeler ve Ann Bronte Agnes Grey romanlarını yazıyor ve bir yayınevine gönderiyorlar. Profesör reddediliyor. Uğultulu Tepeler ve Agnes Grey ise yayımlanıyor. Charlotte bu duruma çok bozuluyor. Hemen Jane Eyre’i yazıyor. Jane Eyre Charlotte’un hayal ettiği ilgiye malik oluyor. Charlotte mutlu, eh kitaptan dolayı biz de mutluyuz 🙂

Dönem itibariyle kitapları kendi isimleri ile yayımlattıramayacaklarını bildiklerinden Currer, Ellis, Acton mahlaslarını kullanıyorlar. Ne çektik biz kadınlar ya! Hâlâ da yeterince özgür değiliz.

Uğultulu Tepeler 19. yüzyılda yazılmış müthiş bir kitap. Acayip psikolojik tahliller, betimlemeler, kurgusu ile döneminin en şahane örneklerinden.

Velhâsıl arife günü coşkum kitap konuşmaktı. Eh bayramda da blog yazısı yazıyorum :)) Gonca gül ve küçük oğlumuz (bir de büyük oğlumuz var. O Berlin’de yüksek lisans yapıyor) Netflix’de film izliyor. An itibariyle evde herkes mutlu. Sizlere de coşkulu, gönlünüzce bir bayram diliyorum.

Another Round çok sevdiğim bir filmdir. Hele o son sahnesi yok mu! İçimdeki deliyi harekete geçiriyor. Ortam müsaitse dans etmeden dinlemem bu parçayı. Sonunda nefes nefes kalmak pahasına 🙂

İkide Bir 5 / Özlemim Kopenhag

Bugün ne yazsam diye düşünüp duruyordum. Beynimi bir ikilemin karasızlığında devinirken buldum. Sonra aklıma bu blogun yaradılış amacı geldi. Gezdiğim şehirlerden bana kalanlarla bir öykü yazıp yayımlamaktı. İlk açtığım yıllara bakarsanız orada öyküleri okuyabilirsiniz. Sonra öyküde tıkanmaya başlayınca kitap sevdamdan yola çıkıp okuduklarımı paylaşmaya başladım.

Bugünkü yazıyı bu yüzden Kopenhag’a adamaya karar verdim.

Vikinglerin şehri. Yürürken yanınızdan upuzun boyu, açık renk saçları ve yakıcı gözleriyle geçen erkekler ve kadınların hepsi mi güzel olur? Hadi abartmayayım, ama çoğu güzel. Alımlı. Güzel giyimli. Atletik yapılı. Sabah, öğle, akşam üzerlerinde taytları, eşofmanları koşuyor, bisiklete biniyorlar. Bisiklet zaten en fazla kullanılan ulaşım aracı. Hollanda’da bisiklet kullanımına rağbet neyse, burada da öyle. Yurt dışına gittiğimizde şehir değiştirmiyorsak her yere yürüyerek en fazla toplu taşıma kullanarak gideriz. Akşam pert olmuş vaziyette otele döndüğümüzde 25-30bin adım atmış oluruz. Nefis sokaklar, şık mağazalar, bahçeler, saraylar, evler… Hepsi etrafımızda bir geçit töreni yapar ki hayranlıktan gözlerimiz yerinden oynar, kalbimiz hop hop eder.

Bir sabah konakladığımız Cabinn City otelden çıktık. Carlsberg Glyptotek Sanat Müzesi’ni, Danimarka Milli Müzeyi geçtik. Hedef ara yollardan nehir kenarına ulaşıp sırasıyla Danimarla Mimarlık Merkezi ve Soren Kirkeegard Meydanı’ndaki Kraliyet Kütüphanesi’ni görmekti. Danimarka Mimarlık Merkezi’nin tam karşısında bir bahçeyi içine alarak çepeçevre dolaşan yatay tek katlı sarı binalar bizi çağırdı. Alçak tahta bahçe kapısından girdik. Sanki bir çiftliğe giriyormuşuz gibi bir his. Ortada ne at var, ne möleyen inekler. Nasıl huzurlu bir ortam. Japon bahçeleri gibi. Bir manolya ağacı şaman ritüeline çağrı yaparcasına bahçeye kurulmuş. Çin Manolyası. Yapraksız, bol çiçekli. Ağaç o kadar büyük ki, bütün avluyu kaplamış. Altında tahta banklar. Burası bir Yaratım Merkezi. Karşısındaki Mimarlık Merkezi için yaratıcı fikirlerin geliştirildiği bir Hub. Kafan patlayasıya düşünüyorsun, düşünüyorsun, üretiyorsun, belki fikir hoşuna gitmiyor ve hoop yeni baştan. Bunaldın. Darlandın. Kimse sana “Hey nereye gidiyorsun? Mesai saatleri içinde masandan kalkamazsın,” demiyor. Biliyor, döneceksin. Asıl özgür bırakmazsa dönmezsin. Alıp kahveni oturuyorsun bu şiirsel ağacın altına. Bir anne şefkati ile seni kollarının arasına alıyor. Çiçekleriyle yüzünü okşuyor. Ruhuna bir dokunuyor… beynin alev almış gibi coşuyor, yorgunluğunu atıyor bir anda. Bir saatin tiktakları atıyor kafanın içinde. Düşünüyorsun. Hatalarını bulup onarıyorsun. Bazılarını kafanın içindeki çöp kutusuna atıyorsun. Aman zarar görmesinler. Belki başka projede çıkarıp, yeniden değerlendirirsin. Çiçeklerin arasından gözüne çarpan nisan güneşi ile bir ışık çakıyor beyninde. Aldığın yönergelere en uygun fikir işte orada! Sana göz kırpıyor. Uçarı ama ayakları yere basan. Kimliğini ifade edebilecek bir fikir. Kafalardaki soru işaretlerine verecek cevapların hazır. Zira o kadar sağlam bir fikir. Derin bir nefes alıyorsun. Dev ağaca sarılıp teşekkür ediyorsun. Sırtında gezinen sıcak okşayışları duyumsuyorsun. Tinsel bir coşku ile vedalaşıyorsunuz.

Biliyorsun ki gri alanda bırakmadığın her soru seni beton basamaklarla yukarıya taşıyacak. Adımların bir gürleme olup tüm bakışları sana döndürecek. Güvenli topraklardasın. Projen alkış alacak. Bu sefer tebrik almasan da üstünü siyah kalın bir gazlı kalemle çizmeyecekler. Bir gün başarabileceğin konusunda onlara yeterince done verdin. Sadece biraz ilhama, teşvike ihtiyacın var. Olacak. Onlar bunu biliyor ve sabırla bekliyorlar. Onlardaki rahatlık senin de ufkunu genişletiyor. Her bakışın bir farkındalık. Bir üreme. Başaramazsan da korkuların seni alt edemiyor. Sen insansın. Ateşi bulan. Resimlerle dünyasını insanlığa açan. Tekerleği, telefonu keşfeden. Demiri döven, ondan kocaman bir kuş yapıp uçuran. Tanrıların kalbini çelen ölümlüsün sen. Aya çıkan. Bilgisayarı yaratan. Küçücük bir toprak parçası uğruna dünya savaşları koparan. Sen kıymetlisin. Kimsenin sana basitçe “aynaya bak ve önce kendini sev” demesine gerek yok. Sen 4,5 milyar yıldır var olan dünyayı bile karbon atıklarınla bitirme gücüne sahip bir canlısın. Gücün tahmin edilemez. Hepsini, hepsini olumlu yaratımlara sarf et.

Bence Danimarka’da herkes bunun bilincinde. Herkes rahat. İnsan, yaratabilen bir canlı, işleyen, ışıldayan. Güven duyuyorlar. Güven buluyorlar. Yüzyıllık Yalnızlık’ta Jose Arcadio’nun Don Apolinar Moscote’ye dediği gibi; “Biz böyle çok iyiydik. Huzurla yaşıyoruz. Seçmeye ihtiyacımız yok.” Çünkü biliyordu seçmeye, seçilmeye başladıklarında pandomim kopacak.

Tabii ki Danimarka’da da seçiyorlar, seçiliyorlar. Ama demokrasinin parlak ışıkları altında.

Güvenle sırtlarını yanaştırdıkları ‘devlet ana’ları var. Özgürce yaşıyor, üretiyor, düşünüyor, konuşuyor, ifade ediyor ve savunuyorlar.

Özgürleştikçe daha çok yaratıyorlar. Ve bu özgürlüğe, devlet dahil, kimsenin sesi çıkmıyor. Aksine teşvik ediliyorlar!

Carlsberg Glyptotek Sanat Müzesi’nin karşısında küçük bir meydan var. Meydanın adı, 1924 yılında, Carlsberg Glyptotek kurucusu Carl Jacobsen tarafından oraya dikilen Dante anıtı münasebetiyle Dante Meydanı oluyor. Meydana ulaştığınızda sizi Danimarkalı heykeltraş Jens Galschiøt’un ‘Fuck Double Morality’ isimli heykeli karşılıyor. Heykel, on yılı aşkın bir süredir meydana yapılması planlanan otoparkı protesto amacıyla Carlsberg Vakfı ile komşulara katılan sanatçının tepkisini yansıtıyor. ‘Şehrin içinde ne kadar çok otopark o kadar çok araç ve kirlilik demek.’ Çevre halkı buna direniyor, bunu protesto ediyor ve birileri on yıldır o meydana dokunamıyor. Zira halk İSTEMİYOR! Bu kadar basit.

Siyah kocaman bronz heykel ve orta parmak havada!!! İç sesim o meydanda bayram etti.

Hedef Kraliyet Kütüphanesi idi. Oradan oraya sıçrayıp biraz dağılmış olabilirim. Sokaklar böyle işte. Girip çıktıkça, göze çarpan bir detay kuvvetle esen bir rüzgârla birlikte alıp sizi uzaklara savurur. Şehrin bir başka ucunda kendinize gelirsiniz. Neyse ki tatilin bitmesine daha var! Bu şehirle ilgili anlatacaklarım daha bitmedi 🙂

Yazıyı yazarken eşlikçimi aşağıya bırakıyorum. Belki okurken dinler ve duygudaşım olursunuz.