
İtalyanlarla dolu dolu beş gün geride kaldı. Dün yorgunluk, gidenlerden geriye kalan boşluğu doldurdu. Hem de nasıl! Beş gün içinde mâruz kaldığım klimalar, karşılıklı açık taksi pencerelerinden kafama kafama esen rüzgâr, üzerine günlük üç dört saat uykunun getirdiği bitkinlik, bugün burun akıntısı ve biraz da boğaz ağrısı ile vücudumu ele geçirdi. Toparlarım sorun değil. Grup çoook mutlu, arkalarında minnet dolu bir çiçek seli bırakıp gitti.
İnsan dışarda olunca sokaklardaki şenlikli dünyanın farkına varıyor. Her renkten insan, tuhaflıklar. Zihnin bir olaylar bombardımanına tutuluyor. Ne yana başını çevirsen başka bir çılgınlık görüyorsun.
Cumartesi İtalyan acentacı Giorgia’yı almak üzere saat 10:30 gibi Barcelo Istanbul Otel’e gittim. Hemen çıktık. Zira öğlen Kapalıçarşı Sandal Bedesteni’ndeki Nusret’te yemek yiyeceklerdi. Nusret benim için hâlâ boykot ama grup işin içine girince boykotu askıya aldım. Mecburen. Otelden çıkarken hemen yanındaki Haber Türk, Bloomberg binası önüne yaklaşan kırmızı gömlekli, siyah kot pantolonlu, sakallı, elinde siyah bir spor çantası olan kırk beş, ellilerinde bir adam gördük. Adam yüzünü binaya döndü ve başladı bağıra çığıra konuşmaya. Giorgia ne diyor diye sorduğunda verecek pek de cevabım yoktu. Çünkü dediklerinin içinden tek anladığım Allah aşkına sözleriydi. Gerisi bir ağız kalabalığı içinde yitip gidiyordu. Yanımda kız ha bire “ne diyor” dedikçe daha çok kulak verdim ama nafile. “Gel gel,” dedim “biraz uzaklaşalım. Baksana üzerinde kırmızı gömlek, devrimci bir tip. TV Kanalı önüne gelmiş hükümeti eleştiriyor tahminen. Belli olmaz kendini ateşe verir. Uzak duralım. Güvenlik var, onlar halleder.” Ama yok güvenlik de öyle uzaktan bakıyor. Sonra binadan bir kaç çalışan genç çıktı. Kendi aralarında konuşup gülüşüyorlar. Dedim “hayırdır, ne istiyor?” “Buranın delisi, haftada bir gelir. Birine âşık buradan.” Gülmeye başladım. Giorgia’nın gözlerinde merak pırıltıları göz alıcı. “Üzerindeki gömlek devrimci kırmızısı değil, aşk kırmızısıymış,” dedim. Anlattım. Başladı gülmeye. Kırmızı gömlekliyi aşk denizinin ortasında bırakıp yolumuza koyulduk.
Yıllar önce Sandal Bedesteni’nden gümüş takılar alırdım. Hepsi de çok güzel, hâlâ severek kullanıyorum. Bazı küpelerimin tekleri, kolyemin sarkacı maalesef kayboldu. O yüzden şimdi farkında olmadan ellerimle ara ara küpelerimi kontrol ediyorum. Elimi boynuma atıp kolyemin metalini, boncuğunu hissetmek istiyorum. Hatta grup gelmeden önce restoranı görmeye gittiğimde dur dedim kaybolan sarkacımı telafi edeyim, ama Nusret Bedesteni tamamen ele geçirmiş. İçinde sadece iki dükkan kalmış. Onlar da gümüşten başka her nevi turistik eşyayı satıyorlar. Ama hakkını vermek lâzım. Nusret’ten bizim İtalyanlar tuka basa doymuş ve tatminkâr kalktılar. Onlar turlarına devam etti. Biz de Giorgia ile toplu taşıma kullanarak Taksim’e döndük. Bir gece önce dansözlü, zenneli show mekânında geç vakte kalıp üzerine gruptan insanlarla feneri bir barda söndürünce uykusuz kalmış. Ben biraz uyuyacağım dedi. Benim Anadolu Yakası’na eve dönü sonra tekrar Taksim’e gelmem mümkün olamadığından ben Cihangir’i hedef alarak birkaç gündür ihmal ettiğim ama çantamdan eksik etmediğim kitabımla baş başa kalma plânı yaptım. Taksim metro çıkışında ayrıldık. Hatta ben İBB’nin sergi salonundaki Faik Şenol Fotoğraf Sergisi’ni görünce önce oraya bakmak istedim.

Şehrin Hafızası isimli sergi Şenol’un İstanbul fotoğraflarını içeriyor. Atatürk’ün fotoğraflarından, valilik binası önünde, Karaköy’de, Taksim’de, boğaz kenarında Şenol’un yakaladığı insan manzaraları görülmeye değer. 1912 – 1981 yılları arasında yaşamış ve daha henüz çocuk yaşlarındayken, 1920’lerde fotoğrafa ilgi duymaya başlamış foto muhabiri. Sergideki her fotoğraf beni yüreğimden hançerledi.
Yavrum, canım İstanbul’um, tepelerinde erguvanlar, bahçelerinde mor salkımlar, allı, yeşilli bahçeleri betona yenik düşen pırlantam. Ben bu zamanın sakini değilim, bunu anladım. O zaman yaşamalıydım. Beyoğlu’nda gezerken parfüm kokuları salınan, Markiz’de oturup çay içen, Pera’dan kumaş alıp, terziye diktiren bir İstanbul kadını olmak isterdim. Başımda şapkam, elimde eldivenlerim ve tabii şık tayyörümle.

Kürkleri içinde köpek gezdiren, resim yapan, heykel yontan kadınlar… İstanbul kadınları…
Her fotoğraf çerçevesi önünde imren imren dur.

Gerek şehrin mâzisi, gerek insanların, özellikle kadınların, modern, bakımlı görünümleri bir kere daha ülkenin nereye doğru koştuğunu sorgulamama sebep oldu. Salondaki ziyaretçilerden bir kadınla göz göze geldik. Ayak üstü, her ikimizi de moralman çökerten bedbin gidişattan rahatsızlığımızı dile getirdik. “Size sarılabilir miyim? O kadar az kaldık ki!” dedi ve birbirimizi kollarımızla sardık. Dokunsan ağlayacağız. Bir Gezi ruhu, Saraçhane yeli esti geçti üzerimizden. Türkiye’deki değişim bizim gibileri maalesef yıpratıyor. Bu beş gün şehrin nasıl yıprandığını, Arap istilasını, kadınların giderek çağdaş görünümden uzaklaştıklarını görerek yoruldum. Üzerimdeki ağırlık bundan da kaynaklı olabilir. Taksim civarını görseniz, hele geceleri, dersiniz ki burası İstanbul değil. Arabik müziklerin yükseldiği, kafalarının iki yanı kazınmış, kara, kuru, sakallı adamlar bölgeyi ele geçirmiş. Nargile tüttüren itici bir kitle yerleşmiş güzelim şehrimin tarih kokan sokaklarına. Bizden olmayan ama yerimizi alanlar beni bir kere daha hırpaladı. Şehre, bu şehrin yerli halkına saygısı olmayan, belli semtlerde kendi hegemonyasını kurmuş istilacılar. Daha nereye kadar?

Harita üzerine eğilmiş iki delikanlı. Önlerindeki deftere notlar düşüyorlar. Belki de bir seyir rotası belirliyorlar. Marmara’dan gemiyle çıkıp, Dardanel Boğazı’nı aşacak, Kuzey Ege’nin rüzgârlı açıklarından Yunan’a, İtalya’ya doğru uzanacaklar. Belki de İstanbul’dan doğuya gidecekler bir jeep sırtında. İpek Yolu’nu takip ederek.

Bu kadınlar İstanbul’un Fransız, İtalyan mimarların gösterişli rönesans, art nouveau stilindeki binaları arasında kol kola gezip oturup sohbet edecekleri bir yer arıyor olmalı. Belki de biri Fransa’ya gidecek okumaya. Arkadaşıyla bir veda kahvesi içecekler. Birkaç ay, belki yıl sonra görüşmek üzere sözleşecekler. Mektup için giden kalana adres bildirecek. “Beni habersiz bırakma. Katıldığın balolarda etrafına bir bakın, yakışıklı Fransızları resimlerinde model olarak görürüz belki,” diyecek kalan gidene.

Sabiha Gökçen sadece bir havaalanı adı değil. Bir vizyon timsali. Öncü bir kadın. Göklerde özgürce uçan kadınların ilham perisi.

Ve eski İstanbul geceleri. Rum meyhanelerinde rembetiko, Beyoğlu’nda kürdili hicazkar şarkılar eşliğinde geçen sazlı sözlü akşamlar. Bir taş plak tınısı çalınıyor uzaktan kulağıma. Ne gerçekçi, güncel kılmış o ânları Faik Şenol. Kimse görmeden uzansam, çerçevelerden birinin içine gizlensem.
İstanbul’da olanlara, yolu Taksim’e düşenlere, Taksim Metro girişinde 31 Temmuz tarihine kadar sergiyi ziyaret edebileceklerini de hatırlatmak isterim.
Gördüklerimin üzerimde yarattığı imrenme duygusu güncelin yorgunluğunu biraz daha arttırdı. Omuzlarım çökük çıktım metro istasyonundan. Cihangir’e gittim. Orası da Taksim Meydanı ve civarının tam karşıt yüzü. Bir anda değişen profil. Mekânlar, müzikler, insanlar, konuşulanlar… Burada boyut değişiyor. İstanbul sen ne karışıksın! Ama yine de benim canımsın!
