Rutin Dışı / 4: Adalya

Yaz, hayâl ettiğim gibi geçmedi. Ben daha çok perşembe, cumalarla birleşen uzun hafta sonu tatilleri yapabileceğimi düşünürken sadece bir hafta izin yapabildim. Oysa emekli çalışan olarak biraz daha fazlasını hak ediyorum. Ülkemiz bu yaz Italyan, Ispanyol, Latin Amerikalı turistler arasında moda idi. Geldiler. Çok şükür. Canım Italyanlardan yana pek sıkıntım olmadı. İspanyollar eh işte. Birkaç kaprisli turiste denk geldik. Asıl sorun Latin Amerikalılarda. Uçağa binince Türkiye’yi rehberle gezmeye karar verenler mi dersiniz, Mavi Yolculuk’da arıza çıkaranlar mı, en iyi rehberle ahenk oturtamayanlar mı, İstanbul trafiğinde ‘çok fazla vakit’ geçirdiğini iddia edenler mi, tur programını önceden bildirdiğimiz hâlde fazlaca tarihî bilgi almaktan rahatsız olup yarım günde Sultanahmet turuna ek Kapalıçarşı, Galata, Pera turu talep edenler mi, bir dolu insan, bi dolu karakter, bi dolu macera. Her zaman biz Türk milletinin söylediği gibi ‘Aman iş olsun da!’ biz tükenerek çalışalım. Turizmci sabırlıdır, çözüm üretendir. Ama kendine hayri yoktur.
Gonca gül Davutlar’dan baskı yaptı durdu; gelmedin, ne zaman tatil yapacaksın, işe görerken sen böyle konuşmadın, evden de çalışabiliyorsunuz. Haklı! Ama onca işin ortasında rehber dosyası, dosya detayları, aldı verdi, getirdi götürdü, ekstraları vs bazı durumlarda uzaktan çalışmak olmuyor ne yazık ki. Hem yoğun Ekim öncesi Eylül’ün nispeten sakinliği, hem Emre’nin askerlik mevzusunu bir önce halletmek istemesiyle geçen Aralık’da başvurduğu bedelli askerlik için 6 Eylül’de birliğe katılmak durumunda olması nihayet tatil plânıma zemin hazırladı. Araya bir de Ekim’de Antalya’da yapacağımız büyük bir Polonyalı kurumsal grubun keşif gezisini de sıkıştırdım. Ver elini Adalya!
20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Antalya olarak adlandırılan turizm cennetimiz.
En son on bir, on iki yıl önce gitmiştim. Acenta sahibimiz Moris Bey ile Pazar gecesi Antalya’ya indik. Köklü turizmci bir ailenin işi sürdüren üçüncü kuşağı. 1952’de kurulmuş bir acenta bizimki. Neredeyse dumanla haberleşilen bir dönemde başarılı işler yapmış, zor ekonomik şartlara direnmiş bir acenta. Dumanla haberleşilen deyince bir parantez açayım istedim. Ben turizme başladığımda bilgisayar yoktu. Fax bile yoktu. Telex denilen bir iletişim aracı kullanırdık. Aletin yan tarafında iki parmak genişliğinde uzun bir şerit (şaryo) vardı. Daktilo gibi kullanılan klavyesiyle istediğimiz metni yazar, şaryo aracılığıyla, karşı tarafın telefon numarasını aramak suretiyle yazdıklarımızın arkasından el sallardık. Karşı taraftan yanıt geldiğinde mors alfabesi vuruşlarını andıran bir sesle metin makina üzerindeki kağıda dökülürdü. Şimdi işimiz daha kolay.
Evet Antalya’ya gece vardık. Bizi alanda karşılayan kaptanımız Antalya’nın son iki senedir aldığı göçü katladığını, trafiğin günden güne yoğunlaştığını söyledi. İstanbul’dan kaçtığımı sanarken, meğer İstanbul adım adım beni takip ediyormuş. İnşaat sektörü de yine kendine sahil boyu genişleyecek elverişli alanlar bulmuş, ‘üret babam üret’. Antalya Kemer ile birleşmiş. Doğal olarak karanlık olması beklenen yol çeşitli işletmeler, yapılarla uzunca bir süre aydınlıktı. Benim hatırladığım güzergâh üzerinde sol taraf deniz, sağ taraf Bey Dağları’nı ara ara bölen yeşil alanlarla zümrüt renkli bir mücevherdi. Şimdi araya birkaç sahte materyal katıp sunîleştirmişler.
Daha gitmeden beni şehrin sıcağı ve nemi ürkütüyordu. Sonbahar serinliği mi neydi sebep bilmiyorum ama beklediğim kadar sıcak da yoktu, nem de.
Club Marco Polo, bölgenin en eski tatil köylerinden biri. 1989’da yapılmış. Renovasyon geçirmiş. Hâlâ da yenilenecek bölümler varmış. Polonyalılara bütçesel olarak uydu. Ama zaten yağmur ormanlarını -özellikle villaların bulunduğu bölümde- andıran yeşil alanları, sunduğu hizmet çeşitliliği ile de doğru bir mekân. Zaten Polonyalılar içmeye ve eğlenmeye geliyor. Bunu da fazlasıyla bulacaklar. Tesise Avrupalı misafir pek gelmezmiş. Rus ağırlıklı bir popülasyon var. Avrupalıları kapıdan sokmak da bizim işimiz. En son Emre sekiz yaşındayken tatil köyüne gitmiştik. Emre ile tatil köyü haricinde de eğlenebileceğimizi görünce alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirdik. Çocukla tatil köyü rahat tabii. Çocuk istediği saatte dondurma, patates kızartması yiyor, meyve suyu içiyor. Etkinlikler, oyunlar, animasyon derken anne de biraz vazifelerden azad oluyor.
Biz Polonyalı acentacılarla toplantı yaparken yanıbaşımızdan bir grup çılgın korsan geçti. Kafalarında bandanaları, tek gözlerinde maske, ellerinde balondan kılıçlar… Arada Rusça bize kafa tutuyorlar, belli ki esir almaktan falan dem vuruyorlar. Ama sonra bir kendi cüsselerine bir bizimkine (ben ufak tefek olduğumdan beni herhalde yanımdakilerin irice çocuğu sanmışlardır ☺️) bakıp başkalarını hedef seçerek tırıs tırıs geçip gittiler.

Tesis gezimiz yarım gün sürdü. Tesisin hemen sırtında, başında ak bulutların kümelendiği Tahtalı Dağı tüm heybetiyle yükseliyor. Yıllar önce geldiğimizde zirvede Sea to Sky Enduro motocross yarışlarını izlemiştik. Uzaktan izlerken bile adrenalinden sarhoş olmuştum.
Ben yürürken ayağımı nereye koyacağımı kırk defa düşünüyordum, adamlar motorla takla atıyorlar, tek teker üzerinde gidiyorlar, oradan oraya atlayıp zıplıyorlardı.
Tek parmağımı denize sokmadan aynı gün havaalanına gittik. Gün ışığında Kemer-Antalya yoluna bakmak istiyordum. Ancak tüm yolu e-postalara yanıt vermekle, gelecek gruba hediye alternatifi bulmakla geçirdim. Böyledir bizim işimiz; altı, yedi ay yazışırsınız, kimsenin aklına, gelenlere hediye vermek gelmez ya da tur alternatifi istemek. Son dakikacılık üç, beş kişi için tolere edilebilir de, 240 kişi için durum daha ciddi. Neyse hem hediye hem tur için buldum birkaç alternatif. Parasızlardı güya bakalım kesenin ağzını açabilecek mi şirketin patronu.

Rutin dışı bir dönüş yaptım. Antalya’dan İstanbul’a değil, İzmir’e uçtum. Aynı akşam Emre de İzmir’e geldi. Oradan Kuşadası Davutlar’daki yazlığa geçtik. Birliğe gitmeden birlikte tatil yapalım istedik.

Yazılarda da epey geriden seyrediyorum grubu. Iş yoğunluğu, ev yoğunluğu, rutin dışı bir dönem yaşıyorum. Gelen giden turistler, departmandaki diğer arkadaşımın tatili sebebiyle Antalya öncesi bir hafta ofiste yalnız olmam, akşamları sekiz, sekiz buçuktan önce işten çıkamamam, Antalya seyahati, üzerine Samos kısa tatil kaçamağı ve pert olmuş bendeniz… Tatilde zaman bulur yazarım diye Ipad’imi bile yanıma aldım. Hiç zaman olmadığı gibi bir de yarattığım tek zamanda maalesef teknik sorun yaşadım. Ipad’den wordpress’e giriş yapamadım. Bu yazıyı cep telefonumun notlar bölümüne yazıyorum. Oradan bloğa geçireceğim. Sadece bir defa yorumlara bakabildim. Maalesef yazılanların hiçbirini okuyamadım. Yazdığım kadar geriden okuyarak açık kapatmayı plânlıyorum. Yirmi dört saat yeterli değil ne yazık ki!

Bu arada Antalya deyince benim aklıma hemen bizim sevgili Leylakdalı gelir. Şehrin kıyısından kıyısından dolanırken kulaklarını çınlattım. Hemen küçük bir mesajcık da atıverdim. Kitaplardan örülen köprü  sayesinde tanıştık, o tanışıklık başkalarına vesile oldu. Buralarda kendimi tüy kadar hafif hissediyorum. Yazamadığım için gerginleşmiyor muyum? Suçluluk duyuyorum. Sonra girip Rutin Dışı kulvarda koşan güzel insanların yazılarını okuyorum, kaslarım gevşeyiveriyor. Hepsine selâm olsun!

Yazarken İstanbul’dan Antalya’ya, oradan İzmir’e uçtuğum gibi kanatlanıp Tahtalı’dan uçtuğumu hayâl ettim. O yüzden de sonu biraz yere inme telâşındaki göçmen kuşun gökte süzülüşünü çağrıştıran bu şarkıyı dinledim. Belki siz de dinler, seversiniz.

Hamiş: Maalesef Antalya’dan hiç fotoğraf yok. Gece geliş, telefonla cebelleşerek dönüş, arası acentacılara adandığından vakit olmadı. Gözünüzde canlandırabildiysem ne alâ.