Rutin Dışı / 3: Kadın

Ne yazacağımı bilmeden bilgisayar karşısına oturdum. Kafamda bin bir konu. Ama hiçbiri hakkında yazı yazacak kadar malzeme vermiyor. Haftayı, kuyruğunun en ucundan yakalama telaşım dünle bugün arasında sıkışıyor. Dünkü teşebbüsün bu defa hafta sonu rutinine mağlup düşüyor. Nihayet bu sabah kahvemi alıp salondaki masa başı çalışma köşeme kuruluyorum. Ne yazık ki ‘kendime ait bir çalışma odam’ yok. Geçen yazıda Özge çok güzel bir cümle kurmuştu sevgili Woolf’a selam çakarak; ‘kendine ait bir oda’lık zamanlarımız bol olsun’. Kadınlar asırlardır kendilerine ait bir odaları, bir oda’lık zamanları olsun diye bütün köşeleri erkekler tarafından zapt edilmiş bir dünyada mücadele etmiyorlar mı?

Kadın olmak güzel, güzel olduğu kadar zor. Bir yanda Tanrı ya da evrenin, adı her neyse o büyük yaratıcı gücün biz kadınlara bahşettiği şıkır şıkır kostüm, bir yanda yasak elmayı paylaştığımız erkeğin hegemonyasındaki savaşkan cephe. Birbirini tamamlamayan mekân/nesne çatışması. Bigudiyle şekillenmiş dalgalı saçlarımız, ojeli tırnaklarımız, topuklu ayakkabılarımız, uçuş uçuş elbiselerimiz, gül goncası dudaklarımız, sürmeli gözlerimizle arenada kan revan içinde hasmını yere sermeye çalışan gladyatörleriz. Yanlış anlaşılmasın ‘biz zaten bu dünyaya karşı cinsle savaşmaya geldik’ demiyorum. Nasıl diyebilirim ki? Aslında yeryüzündeki her erkeğin, içimizden bir hemcinsimizin rahminde tohumlandığını, filizlendiğini, yeşerdiğini, onun, hadi şimdi onda da bir takım komplikasyonların oluşabileceği sezaryenle bir nebze kolaylaştı, ıkına sıkına güçlükle doğurduğu, uykusuz gecelerinde, bitap gündüzlerinde ona şekil verdiği bir canlıya karşı benim ne haddime durduk yere saldırayım. O da bir dişinin oğlu, karısı, sevgilisi, abisi, babası değil mi? İnsan insana niye zarar versin durduk yere?

Ama belli ki bunu sadece ışıltılı elbiseleriyle ya da sırtında çaputu ile bakımlı ya da toprak eşelemekten aş yoğurmaktan yorulan parmakları ile biz kadınlar düşünüyoruz. Her iki cins için istisnaları tenzih ediyorum. İster kromozomlar, ister beyin, bir şekilde insanı tamamen ele geçirip yolunu kendi bildiğince çizmedikçe insanoğlu kalbinin sesini, beş duyusunu devreye sokarak savaşın ne kadar yıkıcı, yaralayıcı olduğunun ayırdına varmaz mı? Neden ben durup dururken yan komşumun oğluna çimdik atayım, gözüne yumruk sallayayım, yolunu kesip çelme takayım sonra da karşısına geçip katıla katıla güleyim, gece geç vakit eve gelirken yolunu keseyim bir bıçakla müziğin sesini bir daha daha fazla açarsa hayatı ona zindan edeceğimi söyleyeyim? Peki ya diğer komşumun ilkokula giden oğluna apartman boşluğunda tuhaf şakalar yaparak, garip kıyafetlerle onu korkutsam, tehdit etsem, gece uykularında ona fenalıklar yapsam, bu bana kendimi ne kadar iyi hissettirir? Beynimin kötücül emirlerine kalbim karşı çıkamayacak kadar felç olduysa belki… Ama böyle bir özrüm yoksa gece korkan, kalbi sıkışan, toplum içine çıkamayan ben olmaz mıyım? Küçücük bir kelebeğin kanadına elimiz yanlışlıkla değdiğinde, tüm yaşam amacı olan uçmasını sağlayan kanatlarındaki tozları zedelediğimizde kahrolan biz, neden bir insan evladına fenalık yapalım?

İnsan karmaşık bir canlı. Kadın çok daha karmaşık. Heybesinde o kadar çok yük taşıyor ki, zaman zaman ağırlığı altında eziliyor. Yıpranıyor. Sabrı tükeniyor. Hele içinde uçmaya özlem, arkasında toz bırakırcasına hızlı koşmaya arzu taşıyorsa heybenin ağırlığına nasıl katlansın? Bir kazağın bile yününün kalitesine göre, giyme sayısı ve kullanım koşullarına göre bir ömrü yok mu? Elimizin altındaki farenin paketinde 200 tıklama ömrü var aman ha sonrasında bozuldu diye mızıklanma yazmıyor mu? İnsanlar metro istasyonlarında yürüyen merdivenler yine bozuk diye her gün söyleniyor. Sizin üzerinizde her gün milyonlarca insan tepinse bu sözleri sarf edecek siz hayatta olur musunuz diyesim geliyor, hadi sus diyorum.

Velhâsıl kadın, lepiska saçlarının, badem gözlerinin, aklının, sabrının, vajinasının bedelini ödüyor. Bir başka kadının doğurduğu bir oğul ödetiyor hem de. Benim aklım almıyor. Nasıl, nasıl??? Dört yaşındaki bir kız çocuğuna, hatta bazen bir erkek çocuğuna fenalık yapan bir zihni, kalbi çözemiyorum. Düşünürken mozaik parçalarına bölünüyorum. Venedik’te 500 yıldır San Marco Katedrali’nin mozaiklerini tuzlardan arındıran dernek bile parçalarımı kurtaramaz. Bak! Boynumdaki, belimdeki fıtıklar ağrımaya başladı bile!

Ortaokul hazırlıkta on beşinci günden sonra Akatlar’daki evimizden Beyoğlu’ndaki okuluma tek başıma otobüsle gitmeye başladım. O zamanlar toplu taşıma araçları bu kadar kalabalık değil. Her sabah tanıdık bir çehre, özellikle işe giderken. Dönerken Taksim’den bir sürü adam, kadın, öğrenci biniyor. Kimse kimseyi tanımıyor. Ama tembihliyim annemden. Aman evlâdım arkana, yanına dikkat et. İnsanlarla arana çantanı sok, yaklaştırma diye günde bir doz aşılıyor beni. Kaç defa arkamdaki adamı paylamışımdır. Kaç defa yanımda ayakta duran bir başka kızı dikkatli olması konusunda uyarmışımdır. Benden küçük olanları alıp diğer tarafa kaçırmışımdır. Annem erkek çocuk da yetiştirdi. Erkek torun da. Yirmi iki yaşındaki yüreği kocaman olduğunu bildiğim oğlumun kulağına her gün kar suyu kaçırırım. Yeter anne yaa!!! diye çıkışır. Bilirim ki o benim, bizim şekillendirdiğimiz bir birey ama olsun belki kaçırdığı bir detay vardır. Ya da biz atlamışızdır onu daha önce söylemeyi. İnsanın karmaşıklığı, zorluğu öyle hasbelkader yetişmesine müsaade etmiyor. Aman aman bırak sulamana, bakım yapmana gerek yok diyebileceğin bitki değil. Emek, özen istiyor.

İskandinav kitaplarını, filmlerini sevdiğimi bir yerlerde, bir vakit yazmışımdır. Daha çok yeni Netflix’de Pernille dizisini izledim. Yazar kocasından boşanmış iki kız çocuğu ve ebediyete uğurladığı ablasının oğlunun yetiştirilmesini tek başına üstlenen bir kadının hikâyesi. Çocuk esirgeme kurumunda, sorunlu ailelerin çocuklarının da sorumluluğunu aldığı oldukça duygu yüklü bir işi var. Kalbini dolduracak, hakkında şüphe duymadığı bir yol arkadaşı adayı var ama kendinden küçük. Bir de yaşlı babası, üstelik yıllar sonra babasının biseksüel olduğunu öğreniyor. Kısa süren önce kaybettiği ablasının telefonuna sesli mesaj bırakarak dertlerini sağaltıyor.

Pernille, çok yakınları ona Pörni diyor, fiziken çirkin bir kadın. Ama yumuşacık bir insan. Alttan alan, sabırlı. İşini, evini, çocuklarını mükemmele yakın bir seviyede çekip çeviriyor. Yorgun ve zaman zaman kırılgan, kırgın. Yine de dudaklarını görünmeyecek şekilde incelterek kocaman gülüyor. Ağladığında da buruş buruş bir buldog oluyor. Genelde göstermemeğe çalışıyor. Ama hayat hep gülünecek olaylar sunmuyor insana maalesef.

Dizinin tohumu aile olmak, çocuk yetiştirmek, bağlar… Bence bu anlamda oldukça başarılı kurgulanmış. Klasik Netflix parmağı işte orada, uyarıyor, gösteriyor dediğim sahneler vardı tabii ama genel anlamda sevdim.

Anne, eş, sevgili, evlât olarak KADINlık zor zanaat! Anlayan, takdir eden, saygı duyan olduğu müddetçe koruyucu kanatlarıyla her canlının üzerini örter.

Rutin Dışı / 2: Sanata Tutunmak

Rutin Dışı’nın bu haftaki ikinci yazısını haftanın yoğunluğu beni paralize etmeden hemen yazmak istedim. Üçe Allah kerim diyerek 🙂

Aslında bu hafta sonunu ev işi, pazar alışverişi yapmadan sadece kendime ayırmak istedim. Cumartesi tam da dilediğim gibi oldu. Önce Rutin Dışı yazısı, ardından Mikroscope.com için yazdığım kısa öykünün yenisi derken arkama yaslanıp derin bir ‘Oh’ çektim. Ne kadar olduğunu bile hatırlamadığım kadar uzun zamandır ilk defa kendime adanmış bir gün. Sonra alt katta oturan kayınvalideme kısa bir ziyaret, bir kahve, bin hikâye ve akşam kuzenle balkon sefası. Cumartesi gibi cumartesi.

Bu sabah erkenden kahvemi, kitabımı alıp balkona kuruldum. Kahve bitesiye Leylak Dalı’nın hediyesi Ruhlar Evi’nden birkaç sayfa okudum. Sonra bilgisayar başına geçtim. Rutin Dışı yazmaya niyetli ruhdaşlar kaleme klavyeye sarıldıkça dökülen yazıları okumak o kadar iyi hissettirdi ki bir anda başlayan yağmur, havaya karışan toprak kokusu… bu yılın bambaşka bir dönemine adım atmışçasına kıpır kıpır bir duygu ile kucaklandım. İçimden ığıl ığıl bir mutluluk aktı.

Sonra aklıma geçen ay gittiğim, Sumru Yavrucuk’un tek kişilik oyunu Shirley Valentine geldi. İngiliz oyun yazarı Willy Russel’ın tek karakterlik oyunu, Liverpoollu işçi sınıfından bir kadının rutinler üzerine kurulu yaşamından bir kesiti anlatıyor. İki çocuk yetiştirmiş, saçını evi, ailesi için süpürge etmiş Shirley Valentine sinir krizinin eşiğine yaslandığında bir arkadaşının birlikte tatile gitme teklifine kararsız kalsa da evet der. Ve özgürlük! Erken kalkmak yok, evde yemek yokmuş düşünmek yok, çamaşır, ütü, ah hele o toz almak yok mu, insanı tüketen işlerin hiçbiri yok. Deniz, kum, güneş.

Oyun 1989’da beyaz perdeye de uyarlanmış. Sumru Yavrucuk’a çok yakışmıştı bence bu karakter. Hem yönetiyor hem oynuyor. Uzun zamandır da sahneliyormuş. Bazı yorumlardan da ortaya çıkan, gündeme göre doğaçlama da yapıyormuş sanatçı. Daha önce izleyenlerin aktardığına göre bazı replikler yokmuş meselâ. Bazı yorumlar Yavrucuk’un abartılı oynadığı yönünde. Ben abartılı bulmadım. Enerjik buldum. Tek kişilik oyunları izlemesi zor olabiliyor. Oyuncunun bir rolden diğerine geçişi yoruyor. Sıkıyor. Ben hiç sıkılmadım. Uyuduğum tek kişilik oyunları bilirim. Sanatçısı ne kadar iyi olursa olsun.

Nerden aklıma bu oyun geldi diyeceksiniz. Epey uzun zamandır bu oyunda güldüğüm kadar gülmedim. Karnım kasıldı, gırtlağım neredeyse yırtıldı. Nasıl bir gülmek! Dolu dolu. Avaz avaz. Kahkahalarla. Oysa ortaokul, lise çağlarında güldüğüm, çok ve hep güldüğüm için azarlanan ve değişik bir kadın olan İngilizce hocam tarafından sınıftan çıkartıldığım bile oldu. Gülmek güzeldir. Gülmek mutluluktur. Gülmek sağlıktır. Şifadır. Gülmek bulaşıcıdır. Ha bir de esnemek bulaşıcıdır :))

Şimdi gülmüyor musun? diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Yoo, yine gülüyorum. Belki eskisi kadar sık değil. O zamanlar çocuktum, gençtim. Dert, tasa, keder yoktu. Büyüdüm. Benim için kederlenenlerin, tasalananların elinden aldım bu sorumluluklarını. Şimdi ben elimden geldiğince onları güldürmeye çalışıyorum. Bazen gizli gizli köşelerde ağlarken.

Eğitim, görgü başka bir şey. Matematik, fen, kimya, fizik, edebiyat ne kadar öğrenmiş olursa olsun, insan aynı oranda eğitim almış sayılmıyor. İstanbul’da her etkinlik her kesimin harcı değil artık maalesef. Bilet fiyatları aldı başını aya çıktı. Uzan uzanabilirsen. Keşke pek çok insan ulaşabilse. Sanat öğretisinden faydalanabilse. Ufku açılsa. Vizyonu genişlese. Yanlış intibalardan arınsa. Bakış açısı değişse. Sanata değer veren insanlardan bahsediyorum. Yoksa bir salona girip, kendisine telefonların kapatılması, oyun esnasında çekim yapılmaması söylenip de duymazlıktan gelen insanları kastetmiyorum. Onlar sanatın yüceliğini kavrayamamışlar. Sanata, sanatçıya saygıyı bilmeyenler. O akşam yine aynı ricalarla oyun başladı. Sonra bir noktada Sumru Yavrucuk “Niye çekiyorsun? Sana söylüyorum, evet sana. Eve gidip yine mi seyredeceksin? Burada seyret,” dedi. Hak verdim. Zaten oyun başlamadan hatırlatma yapılmış. Neden bu ısrar? Sanatçının konsantrasyonunu bozarım düşüncesi sıfır. Empati olmadığından. Bence Türk insanının, öğretimli, eğitimli fark etmiyor, genelinde empati yok. Bazen ben de akışa kendimi bırakıyor olabilirim. Bir boşluk ânı, stres yüklü gün beni kendime hapsediyor olabilir. Ama elimden geldiğince duyguları anlamaya, özümsemeye çalışıyorum.

Aslında bunlar hep aile denen o en küçük, en kıymetli toplulukta öğrenilen değerler. Eminim burada yazı yazan güzel kalpli kadınlar büyürken mutlaka ailelerinden kibritle, çakmakla, ateşle oynamanın tehlikeleri hakkında caydırıcı hikâyeler dinlemiş, ikazlar almıştır. Kendi çocuklarına da mutlaka bir defa bundan bahsetmiştir. Çünkü çocuklar meraklıdır. Araştırmacıdır. Kendi kendilerine deneyler yaparlar. Erkek kardeşim karıncalar için annemin parfümlerinden ilaç yapardı meselâ 🙂 Kardeşimin, parfümleri şakır şakır karıncaların üzerinde deneyeceği annemin aklına gelmemişti!!! Son günlerde gördük ki, kastî yapılmışların dışında, bu ikazlara maruz kalmamış, söndürülmeden doğaya atılan bir sigaranın, boş şişenin koskoca ormanı yok edebileceği, insan dahil, canlıları öldürebileceği öğretisini edinmemiş insan silsilesi ile çepeçevre sarılmışız.

Nerden nereye! Rutin dışı, rutin içi, konu dışı, konu içi… Velhâsıl kelâm gündemden uzaklaşmak sanatla mümkün. Bir tiyatro oyunu, bir film, bir kitap, sergi… Aklımıza mukayyet olmamız, ruhumuza sahip çıkmamız lâzım. He bir de böyle kolektif projelere katılmak!

Herkese enerjisi, kahkahası bol bir hafta diliyorum!