Rutin Dışı / 5: Samos

Dilek Yarımadası Milli Parkı

Antalya’dan direkt Kuşadası’na geldim. Emre de benden bir saat sonra Ada’daydı. Kuşadası gerçekten kentsel bozulma neymiş çok net görebileceğiniz bir şehir. Düzensiz yapılaşma, bakımsız evler, dağ yamaçlarına tırmanan koca koca bloklar. Neden bizim ülkemizde sayfiye kentlerine devasa çirkin bloklar yapma yarışında bu müteahhitler? Oysa eski Rum evlerinin ve ürk evlerinin yer aldığı eski şehir o kadar güzel ki! En fazla iki katlı binalar, minik meydanlar. Nefes alan bir kentmiş. Şimdi rüzgârı kesen on beş, yirmi katlı binalarla zaten sıcak olan bölge daha da kavruluyor. Neyse ki nem oranı Antalya’daki kadar yüksek değil. Bizim ev Davutlar’da. Tüm yaz Kuşadası’na çok zorda kalmadıkça inmeyiz. Davutlar’ın ağustos böcekli sessizliğini daha çok seviyor ve tercih ediyoruz. Gonca gül, Kuşadası’nın içinde Mengenli Alaaddin Usta’nın çorbacı dükkânını keşfetmiş. Gece 23:00’te çorba içmeye oraya gittik. Kuşadası Liman’a 14 dakika yürüyüş, 6 dakika araba mesafesinde. Daracık sokaklarda biraz ıstırap çekiyorsunuz ama içtiğiniz çorbalarla tüm kaslarınız gevşiyor. Yemeğinize eski Türk sanat müziği parçaları eşlik ediyor. Saatli maarif takviminden bir yaprak uçup tabağınızın yanına konuyor. Davutlar’daki eve vardığımızda saat gece yarısını epey geçmişti. Yine de bölgenin sabah saatlerinde yüzmeye daha elverişli deniz keyfini kaçırmamak adına sabah erken kalkmak üzere sözleşerek uykuya çekildik. Sabah erkenden Dilek Yarımadası Milli Parkı’ndaki plajlara gitmek üzere evden fışkırdık. Milli park içinde 4 adet plaj var; İçmeler, Kalamaki (Aydınlık Koyu), Kavaklıburun ve Karasu. İlki kumluk olduğundan çocuklu ailelerin daha çok tercih ettiği bir plaj. Biz genelde Kalamaki’ye gidiyoruz. Taşlık deniz o kadar kolay sizi kendi içine almıyor. Kaygan taşlarda sıkı bir sınav veriyorsunuz. Deniz ayakkabısı ile zorlanmadan girersiniz. Ama deniz muhteşem. Turkuaz mavi, açıklarda laciverte döndüğü yerlerde Samos’a yaklaşıyor. Sanki elinizi uzatsanız hemen karşıdaki Psili Ammos koyundaki Türklere simidinizden bir parça verivereceksiniz. Hafta içi olmasına rağmen oldukça kalabalıktı. Daha gittiğimizde tüm ağaç altları kapılmıştı. Cankurtaran kulesinin gölgesine sığındık. Uzun saat kalınabilecek gibi değildi. Kaslarımızı Kalamaki’de açıp üçüncü koy olan Kavaklıburun’a geçtik. Ve en başta neden buraya gelmedik diye hayıflandık. Burada da ağaçların altındaki masalı banklara oturabileceğiniz gibi, kendi şezlongunuzu, masanızı götürerek dilediğiniz ağaç alına sığınabilirsiniz. Bizim şezlonglar zaten araba arkasındaydı. Önce sahildeki by Serkan işletmesi olan kafeteryada Türk kahvemizi, sodamızı içtik. Sonra şezlonglarımıza kurulduk. Deniz zaten mükemmel. Burada bir önceki koy kadar taşlık değil deniz. en azından girmesi çok daha rahat. Taşlık olmasının avantajı deniz kabardığında bulanmıyor. Bizim Davutlar sahilde, nehirlerle akıp gelen milli toprağın katkısı ile kumluk deniz çamur gibi oluyor. Eskiden sadece öğleden sonra kabaran deniz, son altı yedi senedir sabahtan kıpraşmaya başlıyor. Sanırım iklim değişikliğinin bir diğer göstergesi. Temmuz ayından beri yüzmediğim için nefesimi kontrol etmekte bocaladım. Çabucak kesildim başlarda. Sonlara doğru yüzme mesafem uzadı.

Kavaklıburun Koyu

Milli parkın içinde deniz keyfi sürmek isterseniz yaban domuzlarına karşı soğukkanlı ve yiyeceklerini kollayacak kadar açıkgözlü olmanız şart. Bir bakmışsınız ki siz denizdeyken yiyecek çantanız domuz ailesinin hegemonyası altına girivermiş. Asla affetmezler. Çete gibi çoluk çocuk bir arada gezerler. Bir gün adamın biri korkup silahını çıkarmış ve domuzlardan birini vurmuş. Oysa yasak! Cezasını çekmiş tabii. Ama bence asıl korkulması gereken plaja silahla gelen adam. Hangi tür kafa yapısına sahip bu insanlar, beyinlerini açıp incelemekle anlaşılsa, inanın bunu isterdim. Biz denize giderken mayo, havlu, güneş kremi, şezlong, meyve, su gibi şeyler götürürüz. Silahın tam olarak amacı bilinmiyor. Korku ile yaşayan insanlar var ne yazık ki! Her an bir karanlık yola sürükleneceklerini sanan ve tedbir olarak silahla gezen.

Milli Park’ın endemik türlerinden…

Bir saat kadar Kavaklıburun’da kalıp eve döndük. Günlük deniz istihkakımızı doldurmuştuk.

Araya bir parantez açmak istiyorum. Çünkü gerçekten duyduğumda şoka girdiğim yeni açılan bir tesisten bahsetmem gerektiğini düşünüyorum. Kavaklıburun’da kafeteryayı işleten by Serkan, bir işletmeci grup. İncekum, yani ilk plajda ALKOLLÜ bir meyhane açmışlar. Üstelik gece saat 02:30’a kadar açıkmış. Milli parkın her yerine ilân koymuşlar. Ne desem bilemedim. Gece 02:30’a kadar açık olan alkollü bir mekândan çıkan insanlar açık havanın etkisi ile mi kafayı bulmuyorlar? Alkol kontrolü yapan trafik polisleri henüz Dilek Yarımadası’nın yolunu bulamamış mı? Ya da milli parka gelen ve 02:30’a kadar kalan ahali, oradan çıkınca deniz taksiye mi biniyor? Ya da kontrollü alkol tüketimi mi yapıyorlar? Ay deli sorular! Delice işler! Nasıl bir mantık bu? Biz şehirde içki içeceksek taksilere dünya paralar bayılıyoruz. Ya da bir kadeh içiyoruz veya hiç içmiyoruz. Ayrıca gece 02:30’da mekândan kafası sağlam şekilde çıkan vatandaş, mehtaba karşı son bir cigara daha tellendireyim oh mis demez mi? Dese ve oracıkta sigara içse, izmariti söndürmeden -ki bizim ülkede izmaritler doğada kendi hâlinde ne kadar sürede sönecek testine tâbi tutulur hep- ormanlık alana atsalar, yağmur yağmadığından çamların kurumuş iğne dikenleri alev alsa? Düşünmek bile istemiyorum. Bu nasıl bir sorumsuzluk! Orman yanacağına bunlara izin verenlerin eli yansın! Çoook tepedenmiş izin!!! Tanrım aklıma mukayyet ol!

Eve geldik. Bütün yaz beni soran komşuları dolaştık, tek tek el öptüm 🙂 Çünkü hepsi tonton teyzeler. Sitenin demirbaşları birer genç kadınken buralara gelmeye başlamışlar. O zamandan beri de aralıksız her sene çoluk çocuk gelmişler. Şimdi çocukları getirip yaz sonuna kadar bırakıyor, arada annelerini ziyarete geliyorlar. Çoğu baba ebediyete uğurlanmış bile.

Hemen ertesi gün gideceğimiz Samos için çantalarımızı hazırladık. Emre’yi birliğe bırakmadan üçümüz güzelce tatil yapalım, denizi, yemeğin, uzonun tadını çıkaralım dedik.

Kerveli

Sabah dokuzda Kuşadası’ndan feribota bindik. Biz Phytagorion’a gitmeyi tercih ediyoruz. Başkent Vathy’ye de feribot kalkıor ama orada yapacak pek bir şey yok. Phytagorion kadar sempatik değil. Kiralık arabayı alıp direkt Kerveli’deki apart hotele gittik. Athina’s Apartments ‘a gittik. Emre Samos’a ilk defa gidiyordu. Onun düşünceleri bizim için önemliydi. Ama Kerveli’yi de, oteli de görünce bayıldı. Athina Apartments’da üçüncü defa kalıyoruz. Sahibesi Maria Atinalı bir kadın. Güler yüzlü, konuksever, son derece yardımcı. Kerveli’deki dostumuz. Uzun uzun sohbetler ediyoruz. Türk kahvesine, lokuma bayılıyor. Bizim kahvemizin daha güzel olduğunu söylüyor. Çünkü fal bakılabiliyor. Maria ile bütün kışın nasıl geçtiğini konuştuktan sonra hemen otuz, kırk metre mesafedeki sahile gittik. Sahilde market görevi de üstlenmiş bir kafeterya var. Şezlong ve şemsiye kiralayabiliyorsunuz. Ya da sadece şezlong alıp kendinizi ılgınların gölgesine bırakıyorsunuz. Biz daha doğal ortam olduğundan ılgınları tercih ediyoruz. Daha limandayken Maria mesaj atıp kafeteryanın artık market bölümünün olmadığını, bir şeyler almak istiyorsak gelirken yol üzerindeki marketlerden alışverişimizi yapmamızı tavsiye etti. Yolda Lidl markete girip kahvaltılık ve meyve, yoğurt almıştık. Meyvelerden çantamıza alıp deniz kenarında meyve, bira keyfi sürdük. Neslihan ‘ın kulaklarını çınlattım. Denizde takip ettiğim minik dalgalar beni Calvino’nun Palomar’ına götürdü. Kitapların bıraktığı bu izleri sürmeyi seviyorum. Palomar kaçmış içimi dalgalarda serinletiyorum. Sonra günlerin yorgunluğu ılgınların gölgesinde uykuya çekiliyor. Korkut, Emre ve ben şezlonglarımızda şekerleme yapıyoruz. İlk uyanan ben oluyorum. Ayaklarımı ısıran minik balıklara aldırmadan suya bırakıyorum kendimi. Tuzlu suyun kaldırdığı vücudumun her saniye biraz daha hafiflediğini hissediyorum. Adanın güneyindeki küçük köy yavaştan gün batımına geçiyor. Geldiğimizden beri denizde bağrış çağrış oynayan üç adalı çocuk evlerine gidiyor. Sadece kuşların ve ağustos böceklerinin sesi kalıyor. Bir de biz. Daha önce geldiğimizde Maria bizi, Kerveli’ye araba ile 10 dakika mesafedeki Paleokastro köyünde Triantaphyllos isminde bir restauranta göndermişti. Tek kelime ile mükemmel bir restoran. Köyün ortasında küçük bir meydanda, asma yaprakları altına yerleştirilmiş tahta masa ve sandalyelerde Michelin restaurantlarının kalitesinde yemek yiyorsunuz. Hem lezzet hem de sunum olarak olağanüstü. Fiyatlar bir tık standardın üzerinde ama Türkiye’de aynı kalitede yiyeceğiniz bir restorandan çok daha ucuz. Sahibi yetmişlerinde bir adam. İtalyanca konuşuyor. Bu sefer gittiğimizde üzerinde değişik ama Emre’nin de çok beğendiği bir pantolon vardı. Masamıza geldiğinde nerden aldığını sorduk. Kendisi tasarlamış. Değişik bir adam. Maria’nın söylediğine göre Samoslu değilmiş. Tam nereli olduğunu o da bilmiyordu.

Triantaphyllos – Paleokastro

Ertesi sabah erkenden denize gittik. Artık nefesimi daha rahat kontrol edebiliyordum. Emre ile uzun uzun yüzdük. Korkut’un numaralı deniz gözlüğü ile dipteki barbunyaları, karagözleri izledim. Ya gözlerim çok bozuldu farkında değilim, ya da denizin sarhoşluğundan gözlerimin 4 numara olmadığını anımsatacak rahatsızlığı duymadım. Odamızın terasında kahvaltı yaptık ve koylara doğru yola koyulduk. İlk koy Posidonio. Geniş u şeklindeki koyda küçük bir kafeterya ve bir restoran var. Biz kafeterya önünde oturup soğuk kahvelerimizi içtik. Ardından cup suya! Deniz göl gibi dümdüz. Adanın güney tarafında olmanın konforu. Kuzeye bakan kıyılar tıpkı bizim Davutlar gibi haşin dalgalı. Geçen yaz koyun sağ tarafındaki tek katlı evlerin oraya kadar yüzmüştüm. Sıra sıra balıkçı evleri beyaz, sarı boyalı. Önlerinde Yunan bayrağı dalgalanıyor. Kimi tam bir balıkçı evi. Ağlar, oltalar… Son derece basit, yalın. Ama birkaç ev var ki bahçesi, terası, bahçenin diğer bölümündeki ikinci terası ile pek hoş görünüyor. Asmaların altındaki çardakta asılı fenerlerin gece yanmış hâlini düşlüyorum. Denize uzayan ışıklar kristal gibi parlıyor.

Tepeden Posidonio

Akşam çıkan minik dalgada kırılıp kıpraşıyor. Kafeteryanın yandaki duşta su dökünüp mayomuzu değiştirdik. Gelirken Sidera diye bir ok görmüştük. Şimdiye kadar o koya hiç girmemiştik bu defa es geçmeyelim dedik. Posidonio’da kalan üç Alman teyzeden biri burası tam bir cennet, yedi senedir geliyorum, Posidonio’dan yürüyoruz dedi. Aslında yürüme yolu ağaçların altında ve pek de kısa değil. Bravo size teyze! Sidera’da sadece küçük beyaz bir ev vardı. Âtıl bir ev. Yan duvarında bir yelkenli resmi hâlâ renklerini koruyordu. Terasına açılan bahçe kapısında büyük bir kilit asılıydı. Terasın hemen solunda evin duvarında enfes bir çeşme vardı. Terasta İtalyan filmlerinin kalabalık sofra başı sahnelerini anımsatan büyük beyaz ahşap bir masa duruyordu. Önündeki sandalyeden sanki az önce biri kalkmış ve sandalye itik vaziyette kalmış. Hemen önü deniz ve kayalar. Sanki Zorba bu koyda çekilmiş. Anthony Quinn evin kapısından çıkıverecek.

Sidera’daki beyaz ev…

Yeniden yola çıkıyoruz. Sonraki koy Klima. Taşlık, daracık, ılgınlarla serinleyen kıyı şeridi hepi topu üç yüz, dört yüz metre. Koyun sol bitiminde küçük bir restoran var. Geçen sene burada bira, kalamar, vs yemiştik. Fiyatları ada geneline göre azıcık yüksekti. Bu defa aç olmadığımızdan uğramadık. Zaten tam önünde iki Türk bandıralı yelkenli vardı. Çoluk çocuk koyun sakinliğini delip geçen seslerine uzun süre katlanamadık. Denize girdik, yüzdük, yüzdük, kenarda havlu altı mayolarımızı değiştirip ver elini Psili Ammos. Aslında Psili Ammos koyu kumlu sahili ve farklı kafeterya, restoranları, git git diz boyunu zar zor aşan denizi ile çocuklu ailelerin favorisi. Navigasyona bakarken ufacık boşluğumuz koyu es geçirdi. Oysa tam kıyıda, ufak kayaların üzerinde minik bir restoran vardı gittiğimiz, orayı hedeflemiştik bir şeyler atıştırmak için ama mecburen direksiyonu biraz daha kuzeyde Lemonakia’ya çevirdik. Adanın kuzeye bakan koylarından biri. Plajı şezlong, şemsiye kiralamak için oldukça donanımlı. epeden koya bakan restoranı da var. Biz orada denize girmeyi pek sevmiyoruz, zira orası da dalgalı bir denize sahip. Bira patates keyfi yaptık.

Lemonakia Plajı

Çok mideyi doldurmayalım dedik, çünkü hedefimiz Kokkari sahilindeki Kalamies Restaurant’tı. Her seferinde mutlaka bir uğrarız. Anne ve iki kızı işletiyor. Hep çok kalabalık oluyor. Bazı yorumlarda servisin yavaşlığından bahsedilmiş ama biz şimdiye kadar hiç sorun yaşamadık. Mezeleri, kalamarı lezzetli ama kesinlikle Triantaphyllos’un eline su dökemez. Yemek öncesi Emre’ye Kokkari turu attırdık. Sokak aralarındaki dükkânlar cezbedici. Hepsini alasınız geliyor. Frene basmazsanız vay hâlinize. Geç saatte Kerveli’ye döndüğümüzde köy kimse kalmamış gibi sessizdi. Oh be huzur!

Kokkari – Küçük Lemonakia Koyu

Sabah saat 11:30’da kiralık arabayı iade etmemiz gerekiyordu. Yine erken kalkıp denize koştuk. Veda zamanı geldiğinden biraz daha uzun yüzdük. Plajı iki sabahtır altı, yedi yaşlarında bir kız çocuğu ve babasıyla paylaşıyorduk. Birbirimize günaydın deyip sahilin ayrı noktalarında denizin tadını çıkarttık. Terasta son kahvaltımızı ettik. Gitmeden yine Maria ile hoşbeş ettik ve Phytagorion’a doğru yola çıktık. Arabayı teslim edip minik şehri keşfe çıktık. Her yeri mavi renge boyalı, incik cıncık objelerle süslenmiş Mavi Sokak bu defa pek sönüktü. Sokak aralarında neşeli kafeteryalar, restoranlar yerli yerindeydi. Tasarım ürünleri satan minik dükkânlar giyim kuşamdan daha çok ilgimizi çekti. Nitekim Emre Kallisti Galeri’den odası için modern, küçük, güzel bir heykel aldı. Bir ilk! Yirmi iki yaşındayken benim aklıma gelmiş miydi odama heykel almak? Hatırlayamadım. Hiç ummadığımız davranışları var şimdi ki gençlerin. Bazen onları yersiz eleştiriyoruz. Kendi kafamızdaki kalıplara sığdırmaya çalışıyoruz. Oysa zaman değişiyor, gençler değişiyor.

Phytagorion

Feribot saat altıdaydı. Pasaport kontrolü için beşte limanda olduk. Deniz köpük köpüktü. Kuşadası limanda anlamlandıramadığımız şekilde bir yoğunluk olduğu söylendi. Bir saatlik yol bir buçuk saat sürdü. Bazı kafalardan serzenişler yükseldi. Bir bayan epey köpürdü. Denizden daha çok. Ne gereksiz! Gezmeye gelmişsin. Adada relax olman gerekirken sen daha gergin dönüyorsun. Vardır bir sebebi. Eminim ki kaptan ve tayfa da bir an önce evlerine gitmek istiyordur. Bizlere uyuzluklarından ağırdan aldıklarını sanmıyorum. Ben böyle bir durumda tatil modumu zedelemekten kaçınırım. Tatil rahatlık demek. Stresin lüzumu yok. Olumsuzluk beyni gereksiz yere işgal edip huzur kaçırır. Olumsuzluğa takıldıkça sinir kasları germeye başlar. Fıtığınız varsa yandınız. başlar oranıza buranıza ağrılar saplanmaya. Boynunuzu çeviremez, belinizi bükemez hâle gelirsiniz. Bırakın kendinizi. Ne acele var. Zaten tatile çıkmışsınız. Feribottan, batan güneşin tadını çıkarın. Feribotun kıçına takılan martıları izleyin; feribot yol aldıkça denizde açtığı yarıktan yüzeye aklaşan balıkları kaçı yakalayabiliyor? Kuşadası Kalesi’nin denizden görünüşünü inceleyin. Acaba burnu koruma fonksiyonu tastamam mı? Yoksa denizden kolayca kaleye, oradan da şehre sızılabilir mi? Düzensiz şehirleşme denizden bakıldığında nasıl görünüyor? Cruise gemileri ile gelen turistler şehri görünce ilk etki ne oluyordur acaba? Böyle uzar da gider. Önemli olan 2 günlük tatilden aldığınız keyfi, yarım saat fazla feribot yolculuğu için zedelememek.

Adada daha görülecek birkaç güzel nokta daha var. Ama bizim tatilimiz bu kadarına yetti. Seneye belki Samos’u köprü olarak kullanıp Ikaria’ya uzanırız. Sağlık olsun da!

Rutin Dışı / 4: Adalya

Yaz, hayâl ettiğim gibi geçmedi. Ben daha çok perşembe, cumalarla birleşen uzun hafta sonu tatilleri yapabileceğimi düşünürken sadece bir hafta izin yapabildim. Oysa emekli çalışan olarak biraz daha fazlasını hak ediyorum. Ülkemiz bu yaz Italyan, Ispanyol, Latin Amerikalı turistler arasında moda idi. Geldiler. Çok şükür. Canım Italyanlardan yana pek sıkıntım olmadı. İspanyollar eh işte. Birkaç kaprisli turiste denk geldik. Asıl sorun Latin Amerikalılarda. Uçağa binince Türkiye’yi rehberle gezmeye karar verenler mi dersiniz, Mavi Yolculuk’da arıza çıkaranlar mı, en iyi rehberle ahenk oturtamayanlar mı, İstanbul trafiğinde ‘çok fazla vakit’ geçirdiğini iddia edenler mi, tur programını önceden bildirdiğimiz hâlde fazlaca tarihî bilgi almaktan rahatsız olup yarım günde Sultanahmet turuna ek Kapalıçarşı, Galata, Pera turu talep edenler mi, bir dolu insan, bi dolu karakter, bi dolu macera. Her zaman biz Türk milletinin söylediği gibi ‘Aman iş olsun da!’ biz tükenerek çalışalım. Turizmci sabırlıdır, çözüm üretendir. Ama kendine hayri yoktur.
Gonca gül Davutlar’dan baskı yaptı durdu; gelmedin, ne zaman tatil yapacaksın, işe görerken sen böyle konuşmadın, evden de çalışabiliyorsunuz. Haklı! Ama onca işin ortasında rehber dosyası, dosya detayları, aldı verdi, getirdi götürdü, ekstraları vs bazı durumlarda uzaktan çalışmak olmuyor ne yazık ki. Hem yoğun Ekim öncesi Eylül’ün nispeten sakinliği, hem Emre’nin askerlik mevzusunu bir önce halletmek istemesiyle geçen Aralık’da başvurduğu bedelli askerlik için 6 Eylül’de birliğe katılmak durumunda olması nihayet tatil plânıma zemin hazırladı. Araya bir de Ekim’de Antalya’da yapacağımız büyük bir Polonyalı kurumsal grubun keşif gezisini de sıkıştırdım. Ver elini Adalya!
20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Antalya olarak adlandırılan turizm cennetimiz.
En son on bir, on iki yıl önce gitmiştim. Acenta sahibimiz Moris Bey ile Pazar gecesi Antalya’ya indik. Köklü turizmci bir ailenin işi sürdüren üçüncü kuşağı. 1952’de kurulmuş bir acenta bizimki. Neredeyse dumanla haberleşilen bir dönemde başarılı işler yapmış, zor ekonomik şartlara direnmiş bir acenta. Dumanla haberleşilen deyince bir parantez açayım istedim. Ben turizme başladığımda bilgisayar yoktu. Fax bile yoktu. Telex denilen bir iletişim aracı kullanırdık. Aletin yan tarafında iki parmak genişliğinde uzun bir şerit (şaryo) vardı. Daktilo gibi kullanılan klavyesiyle istediğimiz metni yazar, şaryo aracılığıyla, karşı tarafın telefon numarasını aramak suretiyle yazdıklarımızın arkasından el sallardık. Karşı taraftan yanıt geldiğinde mors alfabesi vuruşlarını andıran bir sesle metin makina üzerindeki kağıda dökülürdü. Şimdi işimiz daha kolay.
Evet Antalya’ya gece vardık. Bizi alanda karşılayan kaptanımız Antalya’nın son iki senedir aldığı göçü katladığını, trafiğin günden güne yoğunlaştığını söyledi. İstanbul’dan kaçtığımı sanarken, meğer İstanbul adım adım beni takip ediyormuş. İnşaat sektörü de yine kendine sahil boyu genişleyecek elverişli alanlar bulmuş, ‘üret babam üret’. Antalya Kemer ile birleşmiş. Doğal olarak karanlık olması beklenen yol çeşitli işletmeler, yapılarla uzunca bir süre aydınlıktı. Benim hatırladığım güzergâh üzerinde sol taraf deniz, sağ taraf Bey Dağları’nı ara ara bölen yeşil alanlarla zümrüt renkli bir mücevherdi. Şimdi araya birkaç sahte materyal katıp sunîleştirmişler.
Daha gitmeden beni şehrin sıcağı ve nemi ürkütüyordu. Sonbahar serinliği mi neydi sebep bilmiyorum ama beklediğim kadar sıcak da yoktu, nem de.
Club Marco Polo, bölgenin en eski tatil köylerinden biri. 1989’da yapılmış. Renovasyon geçirmiş. Hâlâ da yenilenecek bölümler varmış. Polonyalılara bütçesel olarak uydu. Ama zaten yağmur ormanlarını -özellikle villaların bulunduğu bölümde- andıran yeşil alanları, sunduğu hizmet çeşitliliği ile de doğru bir mekân. Zaten Polonyalılar içmeye ve eğlenmeye geliyor. Bunu da fazlasıyla bulacaklar. Tesise Avrupalı misafir pek gelmezmiş. Rus ağırlıklı bir popülasyon var. Avrupalıları kapıdan sokmak da bizim işimiz. En son Emre sekiz yaşındayken tatil köyüne gitmiştik. Emre ile tatil köyü haricinde de eğlenebileceğimizi görünce alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirdik. Çocukla tatil köyü rahat tabii. Çocuk istediği saatte dondurma, patates kızartması yiyor, meyve suyu içiyor. Etkinlikler, oyunlar, animasyon derken anne de biraz vazifelerden azad oluyor.
Biz Polonyalı acentacılarla toplantı yaparken yanıbaşımızdan bir grup çılgın korsan geçti. Kafalarında bandanaları, tek gözlerinde maske, ellerinde balondan kılıçlar… Arada Rusça bize kafa tutuyorlar, belli ki esir almaktan falan dem vuruyorlar. Ama sonra bir kendi cüsselerine bir bizimkine (ben ufak tefek olduğumdan beni herhalde yanımdakilerin irice çocuğu sanmışlardır ☺️) bakıp başkalarını hedef seçerek tırıs tırıs geçip gittiler.

Tesis gezimiz yarım gün sürdü. Tesisin hemen sırtında, başında ak bulutların kümelendiği Tahtalı Dağı tüm heybetiyle yükseliyor. Yıllar önce geldiğimizde zirvede Sea to Sky Enduro motocross yarışlarını izlemiştik. Uzaktan izlerken bile adrenalinden sarhoş olmuştum.
Ben yürürken ayağımı nereye koyacağımı kırk defa düşünüyordum, adamlar motorla takla atıyorlar, tek teker üzerinde gidiyorlar, oradan oraya atlayıp zıplıyorlardı.
Tek parmağımı denize sokmadan aynı gün havaalanına gittik. Gün ışığında Kemer-Antalya yoluna bakmak istiyordum. Ancak tüm yolu e-postalara yanıt vermekle, gelecek gruba hediye alternatifi bulmakla geçirdim. Böyledir bizim işimiz; altı, yedi ay yazışırsınız, kimsenin aklına, gelenlere hediye vermek gelmez ya da tur alternatifi istemek. Son dakikacılık üç, beş kişi için tolere edilebilir de, 240 kişi için durum daha ciddi. Neyse hem hediye hem tur için buldum birkaç alternatif. Parasızlardı güya bakalım kesenin ağzını açabilecek mi şirketin patronu.

Rutin dışı bir dönüş yaptım. Antalya’dan İstanbul’a değil, İzmir’e uçtum. Aynı akşam Emre de İzmir’e geldi. Oradan Kuşadası Davutlar’daki yazlığa geçtik. Birliğe gitmeden birlikte tatil yapalım istedik.

Yazılarda da epey geriden seyrediyorum grubu. Iş yoğunluğu, ev yoğunluğu, rutin dışı bir dönem yaşıyorum. Gelen giden turistler, departmandaki diğer arkadaşımın tatili sebebiyle Antalya öncesi bir hafta ofiste yalnız olmam, akşamları sekiz, sekiz buçuktan önce işten çıkamamam, Antalya seyahati, üzerine Samos kısa tatil kaçamağı ve pert olmuş bendeniz… Tatilde zaman bulur yazarım diye Ipad’imi bile yanıma aldım. Hiç zaman olmadığı gibi bir de yarattığım tek zamanda maalesef teknik sorun yaşadım. Ipad’den wordpress’e giriş yapamadım. Bu yazıyı cep telefonumun notlar bölümüne yazıyorum. Oradan bloğa geçireceğim. Sadece bir defa yorumlara bakabildim. Maalesef yazılanların hiçbirini okuyamadım. Yazdığım kadar geriden okuyarak açık kapatmayı plânlıyorum. Yirmi dört saat yeterli değil ne yazık ki!

Bu arada Antalya deyince benim aklıma hemen bizim sevgili Leylakdalı gelir. Şehrin kıyısından kıyısından dolanırken kulaklarını çınlattım. Hemen küçük bir mesajcık da atıverdim. Kitaplardan örülen köprü  sayesinde tanıştık, o tanışıklık başkalarına vesile oldu. Buralarda kendimi tüy kadar hafif hissediyorum. Yazamadığım için gerginleşmiyor muyum? Suçluluk duyuyorum. Sonra girip Rutin Dışı kulvarda koşan güzel insanların yazılarını okuyorum, kaslarım gevşeyiveriyor. Hepsine selâm olsun!

Yazarken İstanbul’dan Antalya’ya, oradan İzmir’e uçtuğum gibi kanatlanıp Tahtalı’dan uçtuğumu hayâl ettim. O yüzden de sonu biraz yere inme telâşındaki göçmen kuşun gökte süzülüşünü çağrıştıran bu şarkıyı dinledim. Belki siz de dinler, seversiniz.

Hamiş: Maalesef Antalya’dan hiç fotoğraf yok. Gece geliş, telefonla cebelleşerek dönüş, arası acentacılara adandığından vakit olmadı. Gözünüzde canlandırabildiysem ne alâ.